Bu yıl uzun süren pastırma yazı bütün Silivrililere harika balık ziyafetleri imkânı verdi. Balık halinin arkasına konulmuş küçük masalarda yenen balık, Boğaz’ı, Sarıyer’i, Çengelköy’ü aratmadı doğrusu. Gelen konukları orada ağırladık, en az haftada bir çoluk çocuk orada toplandık. Denizin kokusunu içimize çekerek, lodosa yüzümüzü vererek siparişimizi bekledik.
Durumdan herkes memnun… En çok da artık evde balık pişirme yetisini yitirmiş hanımlarımız… ne kılçık ayıklama derdi, ne koku siner korkusu… Parmacıkları ile gösteriveriyorlar istedikleri deniz canlısını hepsi bu. Siz oturup denizi seyrederken tezgâhın arkasında birkaç dakikada istediğiniz balık hazırlanıp servis ediliyor.
. . .
Çok değil, iki üç yıldır var bu durum. Ondan önce Silivri’de böylesi açıkta balık yemek mümkün değildi. İskelede bir tekne içinde servis yapılıyordu ama orada da pek fazla seçme şansınız yoktu. Şimdi tezgâhta gördüğünüz balığı masanıza getiriyorlar. Hem de gayet makul fiyata. Öyle ki Silivri sahilinde çektiğiniz balık ziyafeti, bir balık lokantasında en az üç katı fiyata mal olur. Hem de balığın b sinden anlamaz garsonların kirli elleri ile önünüze koydukları kolyozu uskumru kabul etmek zorunda kalırsınız. Adını söyleyemedikleri balıkları pişirme usulüne aykırı karıştırıp getirirler önünüze.
Rumlar İstanbul’u terk ettiğinden beri İstanbul’da balık kültürü kalmadığını söyleyen yaşlılar haklı. Bu tespit Silivri için de geçerli. Mübadelede Rumlar gittikten sonra kasabaya Rumeli’nin en dağlık bölgesinde yaşayan, ormancılıkla geçimini sağlayan bir kitle gelmiş. Bu insanlar denizle tanış biliş olamamışlar. Rahmetli Balıkçı Kemal Amca, her bir balığı kuyruğundan tutup kaldırarak yeni gelenlere tanıttığını söylerdi. Bu kayabalığı, bu kalkan, bu çipura, bu lüfer…
Anadolu’dan göçle gelen insanların da deniz dünyasına aşina olduğu söylenemez. Öyle olunca hangi balığın hangi mevsim yeneceği, hangi balığın ne şekilde pişirileceği, hangi balığın hangi meze ile servis edileceği unutuldu gitti. Osmanlıca yemek kitaplarında türlü tarifleri verilen, Evliya Çelebi’nin meth ü sena ettiği, Sultan Fatih’in ayda birkaç kez sofrasına istediği, bizim dışımızdaki İslam ülkelerinde sakıncalı karşılanmayan ıstakoz, karides, kalamar, istiridye hakkında haram fetvası bile çıkartıldı. Oysa teorik olarak haram kılma yetkisi Tanrı’ya ait idi.
Çiroz’un lakerdanın tadına bakmamış insanlarla dolu memleket… İstanbul balık halinde bütün balık satıcıları Erzincanlı… Civarın en namdar balık lokantalarından birini işleten adam ve lokantanın tüm çalışanları deniz görmemiş bir ilimizden… Doğal olarak balık kültürüne yabancılar. Hem ne görgüsüz garsonları var… Müşteriye “Ne istiyorsun?” diyorlar…
“Alesta!” diyen güleç yüzlü garsonları biz hiç tanımadık. Onlar adeta mitolojik bir motif. Şimdilerde balıkçı lokantalarında garsonluk eden adamlara eskiden pazarlarda küfe taşıtmazlardı. ‘Niye böyle?’ diye soracak olsak elli çeşit bahane sıralarlar… Sebep bir yana, sonuç kötü oluyor işte. Ucuzlayan iş gücü hayatımızı da ucuzlatıyor.
Silivri’de öyle değil… Horoz Hüseyin de, Kılçık da yılların balık lokantaları. Canavar Muharrem’in çocukları, Sırrı Reis, Balıkçı Ali Abi, çinakop, mevsim balıkçısı Adnan’ın oğulları Zafer ve Özer… hala denizin dilinden anlayan, balık çeşitlerini akrabalarının adını sayar gibi sayan, hepsinin mevsimini, özelliklerini bilen çocuklar bunlar. Babadan, dededen balıkçı hepsi… Yüzleri güneş yanığı, gözleri ışıl ışıl… Bazılarını Pazar içinden bilir tanırız, bazıları daha sonra başlamış bu işe.
Balık halinin arkasına kurulu birkaç masa aslında Silivri’de balık kültürünü de ihya etti. Bu tezgahlarda sergilenen balıklar her gün biraz daha büyüyen şehrin yeni sakinlerini bu güzel kıyı kasabasına bağlayan bir bağ oldu. İnsanlar Fener balığıyla, kalkanla, iskorpitle dostluk kurdu. Az bir şey mi bu. Aklı başında birileri ortaya çıkıp onlara kışın da çalışmalarını sağlayacak bir ortam sağlasa da soğuk havalarda oralarda balık ziyafetleri çeksek. Silivri’nin adı bu küçük balıkçı tezgâhları ile hatırlansa.