1915’te Selanik’te Türklerin yaşadığı yukarı mahallede dünyaya geldi. Annesini hiç tanımadığını, babasının ise o henüz çok küçükken vefat ettiğini söylerdi. Hayatı ile ilgili sırları vardı onun. Annesi de ölmüş müydü? Yoksa eşini kaybettikten sonra evlenip gitmiş miydi bilmiyoruz. Ona anne yokluğunu hissettirmeyen sevgili teyzesiyle ilgili hatıraları vardı fakat anne ve babasından bahsetmezdi.
O doğduğunda Selanik Osmanlı idaresinden çıkmıştı. Şehrin kendisini güvende hissetmeyen Türk sakinleri göç yoluna koyulmuş, türküyle tarih düşüldüğü üzere ‘Selanik ıssız kalmıştı.’ Doğduğu şehri hatırlamıyordu. İstanbul Suriçinde Pazartekke’deki eski bir camii onun hatıralarının ilk mekanı idi.Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rumeli’nden akan göçmenler şehrin camilerine yerleştirilmişti. Hiç olmazsa bir çatının altındaydılar.
Memleketten tanış biliş beş on Selanikli aile de Pazartekke’deki bu eski camiyi yuva edinmişlerdi. Zeminde eski halılar, tavanda sıvası dökülmüş kubbe… İçecek su vardı, memleketlerinden getirmiş oldukları üç beş kuruş para da… Süleyman, teyzesi, teyze çocukları ve ailesinden başka kadınlarla birlikte bu camide hemen hemen üç yıl geçirdi. Kuru bir dal gibi zayıftı teyzesi. Üstündeki eski elbiseleri karası solmuş bir ferace ile örten, anne kadar müşfik, anne kadar sıcak bir kuru kadın…
O camide geçen yıllara dair hatıralarını dinledim. Hani bir koyun girmişti caminin içine… Kadınlar sağa sola çocukları salmış, sahibini aramışlardı. Çocuklar boş gelmişlerdi. Koyunun sahibi yoktu. Camiyi yuva edinmiş kadınlardan birisi aylardır et yüzü görmemiş çocuklarına yedirmek için koyunu kesmeyi teklif etmişti. Olur da sahibi gelirse hepsi ceplerindeki üç beş kuruşu çıkarıp koyunun bedelini ödeyecekti.
Fakat kim kesecekti koyunu. Erkek namına ortada dolaşan şu küçük oğlancıklar mı? Kadınların arasından en iri yarı olanı, en yüreklisi gönüllü oldu. Adabı üzere gözlerini bağladılar hayvanın. Bıçak koyunun boğazında kesik açıp kan fışkırdığında bayılıverdi kadıncağız. Kimi bayılan kadına koştu, kimi debelenen hayvana… Saatler sonra hayvanın başı gövdesinden ayrılmış, Süleyman hayretler içerisinde kadın kalabalığına bakakalmıştı.
Ertesi gün bir yaşlı Tatar çıkıp geliverdi camiye, buralarda bir koyun gördünüz mü diye. Kadınlar utana sıkıla ‘yedik’ dediler. Koyunlarında sakladıkları kefen paralarını birleştirip uzattılar adama. Üstü başı en az göçmen kadınlar kadar hırpani olan yoksul yüzlü Tatar gülümseyerek reddetti parayı. ‘Helal olsun kardeşlerim’ dedi. ‘Kurt yememiş ya çocuklar yemiş. Helal olsun’
Maviş gözleri dolarak anlatırdı o yoksul Tatarın civanmertliğini. Dünya malı namına sahip olduğu belki de tek servetini kendisinden daha kötü durumda gördüğü insanlara bağışlayıp giden bu adamı seksen yıl sonra bile minnetle anardı.
İkinci hatırası İstanbul’un işgal altında olduğu yıllara aitti. Bir eşeğin sırtına çıkmaya çalışırken Caminin arkasındaki su kuyusuna düşüvermişti. Beline kadar suyun içinde ertesi güne kadar ağlaya sızlaya güçten düşmüş, olmadık yerlerde kendisini arayan cami halkı ertesi gün kuyudan kova ile çıkarmışlardı Süleyman’ı. Teyzesi zayıf kollarıyla sarıp ağlamıştı. Kahrolası dünyaya sultan olmuş gibi sevinmişti Süleyman’ı bulduğuna.
Ertesi gün İşgal İstanbul’unun gazetelerinde haber olmuştu küçük Süleyman. ‘Topkapusunda kaybolan Muhacir çocuğu iki gün sonra su kuyusundan Yusuf misal berhayat olarak çıkarılmıştır.’
-Tasvir-i efkarda mı, Tercüman-ı hakikat’te mi kim bilir? Arasak bulur muyuz o gazete haberini acaba? Derdi.
İşgal sona erip Cumhuriyet kurulunca mübadillerle birlikte onlara da iskan edilecekleri topraklar gösterilmişti. Silivri yakınlarında Bigados adlı kıyı köyünde üç beş dönüm yer verildi Süleyman’ın ailesine. Sonradan adı Selimpaşa olan bu kıyı köyü birkaç yıl vatan oldu onlara. Ama köye yerleşen, Rumca’dan başka dil bilmeyen Makedonyalı mübadillerle uyuşamadılar. Teyzesi ‘Rum’dan kaçtık, Rum’un içine düştük!’ diye söyleniyordu köylülere. Ne topraktan anladıkları vardı ne denizden. Şehirli bir aileydiler. Biraz ayakları üzerinde durur hale gelince terk ettiler köyü, İstanbul’a geldiler.
İstanbul tahtından inmiş bir sultandı o devirde. Her taraf yangın yeri, her taraf köhne… Cumhuriyete ayak uyduramamış soylular yetim çocuklara dönmüşlerdi. Türedi zenginlerle doluydu ortalık. Sanat, ilim, gelenek… bunların her biri dönüşüm sancısı yaşıyordu. Tek parti döneminin kasvetinden sonra Demokrat Parti çağlarında İstanbul’un ikinci kez yağmalanışını da gördü. İstanbullular gitti, yeni İstanbullular zuhur etti. Süleyman olup biten her şeyin şahidiydi.
Ortaokul ve Liseyi orada bitirdi. Hukuk Mektebine girip birbirinden değerli hocalardan ders aldı. İstanbul’da avukat sayısı yüzle ifade edilirken avukat oldu. İkinci Dünya Savaşı yıllarının yokluğunda narh memurluğu yaptı. Karne ile ekmek dağıttı İstanbul halkına. Yok zamanlardı, zor zamanlardı. Ömrü boyunca yanından ayrılmayan talihiyle rahat yaşadı. Gençti, bir sinema artisti kadar yakışıklıydı, iyi bir işi vardı, iki kelam ettiği adamı dostu kılardı. İlk evliliğinden bir oğlu oldu, bir süre sonra eşiyle ayrıldılar.
İkinci evliliğini Osmanlı soylusu, İstanbul eşrafından, Kocamustafapaşalı bir öğretmen hanımla yaptı. Düğünleri Tokatlıyan gazinosunda gerçekleşti. Hayrünnisa Hanım bir erkek iki kız üç evlat verdi Süleyman Bey’e. Adeti olduğu üzere telaşsız, gürültüsüz, sakin huzurlu bir ömürdü bu. Kaderi hep güldü, ara sıra kimseye olmadığı kadar lütufkar oldu Süleyman’a. Adım attığı her yer yeşerdi. Öyle ki o zamanlar bankalar mudileri arasında çekiliş yapıp ikramiyeler verirlerdi. Üç kere yüklü ikramiyeler verildi Avukat Süleyman’a. Bunlardan birisi Bakırköy’de bir köşktü.
Samatya’da bindiği arabayı paramparça eden bir kaza sonrasında üstünü başını silkerek çıkmıştı dışarı. İki saat sonraki duruşmasına vaktinde yetişecek kadar şanslıydı.
Edebiyat, musiki, tasavvuf… bunlar tutkuydu onun için. Musiki meclislerinde devrin önemli adamlarıyla dostluk etti. Münir Nurettin’inden, Selahattin Pınar’a, Safiye Ayla’dan, Hamiyet Yüceses’e kadar dostluğuyla mutlu kılmadığı kimsecikler kalmadı. İbn-ül Emin’in konağındaki edebiyat sohbetlerine katıldı. Yahya Kemal dünkü çocuktu, Necip Fazıl’a kumar borcundan dolayı icra takibi yapmıştı. Münir Nurettin iyi hoştu da nazı çekilmezdi.
Bir ara Malta Çarşısı’ndaki eski bir tekkede toplanan devr-i sabık’ın adamlarıyla öte alemlerin kapısını çaldı. İlk gençlik çağlarında başladığı namazını hiç bırakmadı. Adliye’ye en yakın cami olan Firuz Ağa Camisinin gedikli cemaatindendi. Ara sıra başındaki dantel takkeyi unutup duruşmaya koşardı. Herkes severdi Süleyman Bey’i, herkes…
Önce suriçinde, Fındıkzade’de yaşadı. Bir apartman sahibi oldu, sonra Anadolu yakasına geçti. Büyükada’da bir köşk edindi. Yazları Büyükada’da kışları Bostancı’da… Çocuklar üniversite bitirdiler. Kızlar doktor oldu, oğlan iş adamı. Güzel ailelerle akrabalık kurdular. Torun sahibi oldu. Elli yıl avukatlık yaptıktan sonra ‘yoruldum’ dedi. Artık yetmişli yaşlara gelmişti.
…
Bostancı Kuloğlu Camisinde garip bir aksanla konuşan iri yarı adam dikkatini çekiyordu nicedir. Bunca yıl yaşayıp yetmiş küsur yıl ömür sürmüştü de böylesi garip bir şive duymamıştı. Arnavut desen değil, Kürt desen değil, Laz desen hiç değil…
-Duruşunda bir eğrilik var sanki diye takıldı ona.
Adam o tuhaf şivesiyle omurgasında bir kırıklık olduğunu anlattı. Sohbet ettiler. Adam Çerkes olduğunu söyledi ona. O zaman Süleyman Bey gençliğinde tanıdığı Abbasağa’da oturan saraylı kadınları hatırladı. ‘İyi havalarım olsun’ diye konuşurlardı birbirleriyle. Çocukluğunda Zeyrek’teki at pazarına at getirip satan deri kıyafetli, sakallı, iri yarı adamları hatırladı. Bir de Ahmet Fetgerey Bey’in kızlarını… İstanbul sosyetesinin incisi Suat ile Selma’yı.
Adam evine davet etti Süleyman Bey’i. Henüz tanıdığı birini evine davet eden adamın peşine takılıp evine gitti. Beklenmedik misafire şaşırmayan bir kadıncağız güler yüzle kapıyı açıp buyurun etti onları.
Süleyman Bey ahir ömrünün dostunu işte böyle buldu…
O gün girdiği evde yıllar boyu misafir oldu. Birlikte gidiyorlardı Kuloğlu Camisine. Bostancı esnafı birini yalnız görecek olsa diğerini soruyordu. Camiden çıkıp Bostancı meydanındaki çiçekçi Yıldız Hanım’dan mevsimin çiçeği neyse alıp eve getiriyorlardı. Konu komşu birbirlerinin can dostu bu iki ihtiyarı öyle benimsemişti ki.
. . .
Bu karşılaşmanın üzerinden on dört yıl geçmişti ben bu öykünün içine girdiğimde. On dört yıl önce onun için açılan kapı benim için de aynı sıcaklıkla açılmıştı. Bu ailenin kızı benim arkadaşımdı. Süleyman Bey, evin salonunda on dört yıldır oturduğu koltukta oturmuş bulmaca çözüyordu. Eşi ölmüştü yıllar önce. Vahitçiğinin evinin yanındaki apartmanda bir daireye taşınmıştı. Sabah kahvaltısını edip geliyordu bu eve, akşam yemeğinden sonra yatsı namazı kılıp dönüyordu dairesine.
-Tuhaf bir hal bu genç adam, diyordu bana. On dört yıldır her sabah çok uzaktan gelmişim gibi kapıda karşılanıyor, her akşam çok uzağa gidiyormuşum gibi kapıya kadar uğurlanıyorum. Ben on dört yıldır bu ailenin bir ferdiyim.
Süleyman Bey’in bu evin büyüğü olduğunu anlamak için çabaya gerek yoktu. Buzdolabının üzerinde perhizi yazıyordu. Evde her şey ona göre tanzim ediliyordu. En hatırlı konuğun bile onun oturduğu koltuğa oturma hakkı yoktu. İki emekli kah Karadeniz’le Doğuya, kah Akdeniz’le Ege’ye seyahatler ediyorlardı. Yazları dostunun köyüne gidiyordu. Birlikte bulmaca çözüyor, televizyondan sabahtan akşama kader Türk sanat müziği konseri dinliyorlardı. İmrenilesi bir dostluktu bu. Masada yan yana oturuyor, sandalyesi azıcık uzak kalsa Vahitçiğine yaklaştırıyor,
-Senden uzakta olunca karnım doymuyor oğlum, diyordu.
Vahitçiği saraylı bir ailenin çocuğuydu. Emanet ehliydi, cömertti, fedakârdı, kibardı. Onun her türlü inceliğini fark ediyordu. Kahvesi önüne geldiğinde ‘oğlum!’ dediği can dostu fincanın kulpunu ona doğru çeviriyor, onun bu hareketi karşısında Süleyman Bey her seferinde teşekkür ediyordu.
Tanıdıkça ne çok şaşırtıyordu beni. Seksenini geçmiş bu adam ara ara Çerkesçe laflar bile ediyordu.
-Vahitçiğim kirazını dikkatli ye içinde xambliu olabilir! diyordu.
Ben içeri girdiğimde ayağa kalkıp ‘fesapş !’ diyerek karşılıyordu.
Birbirimizle olan ilişkilerimizde uyduğumuz kuralları hayranlıkla izliyordu. Ziyarete gittiğimde kapının yakınına oturuyor olmamdan, içeri giren herkes için ayağa kalkılıyor olmasından, o yemeği bitirdiğinde herkesin yemeği bırakıyor olmasından dolayı hayretlere düşüyor,
-Ben insanlığın inceliğini ahir ömrümde bunlardan öğrendim. Çerkesler memleketini kurtarıp istiklal edinirse tebaalarına geçecek ilk adam benim, diyordu.
İlk tadana tuhaf gelen Çerkes yemeklerini bayılarak yiyordu, ‘Kızım bir mamısa yapsanız da yesek! diyordu. Sanat Müziğine alışmış bir kulak için çok yorucu takırtılı Çerkes müziklerini ayağını sallayarak dinliyordu.
Gazetesini bırakıp eskileri anlatıyordu bana. Mesleki hatıralarını, çocukluk hatıralarını, Çırpıcı deresini, Kuşdili çayırını, Beykoz’u… İbn-ül Emin’i, Sabite Tur Gülerman’ı, Hafız Burhanı… Anlattıklarını anlıyor olmamdan, bahsettiği insanları duymuş olmamadan dolayı şaşkınlığa düşüyordu. Aynı zamanın iki adamı gibiydik. Sıkı fıkı dost olmuştuk. Sohbetler saatlerce sürüyor, bazen ne için geldiğimi unutturuyordu. Cebinde taşıdığı kağıtlara Osmanlıca yazdığı şiirleri gösteriyordu bana. Bülent Ersoy’a, Ayşe Taş’a, Sibel Can’a yazdığı mektupları gösteriyor, şiirlerini okuyordu. Dilime dolanıp kalıyordu onun basit şiirleri.
‘Ah bu kıskançlık beni öldürecek bir anda,
Belki de kurtulurum müsait bir zamanda…’
Her seferinde çıtı pıtı bir kız görmek için gittiğim evde yaşlı bir adamla sohbete dalmış buluyordum kendimi. Yazılarımdan çıktılar alıp götürüyordum. Mutluluk içerisinde takdirler ederek tekrar tekrar okuyordu onları.
-Ah be oğlum, sen nereden tanıyorsun Fetgerey’in kızlarını, diyordu.
Her gidişimde taze bir çiçek buketinin durduğu masanın etrafında oturup sohbet ediyorduk. Kah nergislerle, kah sümbüllerle, kah gül demetleriyle her seferinde hafif bir sesle televizyondan yayılan şarkılar eşliğinde yapılan doyumsuz sohbetlerdi bunlar.
Bir gün odada ikimiz baş başa iken okuduğu gazeteden başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden maviş maviş bakmıştı yüzüme.
– Allah sizi mesut etsin, demişti.
Yüzümün kızarıklığı iki gün geçmemişti.
. . .
Adet olduğu üzere ailem kız istemek üzere bu eve gittiğinde ben yoktum. Sohbete başlar başlamaz,
-Siz şimdi adet usul diye elli çeşit kırılıp döküleceksiniz. Çocuklar birbirlerini istiyorsa bize bir şey demek düşmez, kızı verdim, şimdi sohbete başlayabiliriz. Demiş.
O günden sonra ziyaret edememiştim Süleyman Amca’yı. Kızını aldığım aileye görünmemi yasaklayan adetler gereği uzak duruyor, ama Süleyman Amca’yı da özlüyordum. Nişanlım selam getiriyordu ondan. Demiş ki ona ‘Kızım, muhabbet vakarsız olmaz. Vakarı korudukça muhabbet kalır yerli yerinde.’
Düğünümüz için kalkıp Florya’ya geldi. Ne mutlu oldu o gün, ne çok sevindi. Düğünün sonrasında Manavgat’a kızının yanına gitti. Döndüğünde adeti askılayıp ziyaretine gittim. Temmuz ayıydı. Balkondaki bambu ağacından koltuğun üzerine oturmuş gazetesini okuyordu. Yanına oturdum. Bir Yahya Kemal sohbeti açıldı. ‘Dönülmez akşamın ufkundayız adlı şiirini ezberimden okumaya başladım ve ilk iki dizeden sonra sustum. Gülümseyerek konuştu.
-Evet, bu son fasıl… ama ne güzel bir ömür sürdüm, her şey ne kadar güzeldi… Dedi.
-Keşke yazsaydınız, dedim.
-Vasat bir ömür adamdım, dedi. Yazmaya değecek bir şey yoktu. Ama her şey çok güzeldi. Güzel bir ailem oldu, çocuklarım çok güzeldi. Güzel insanlar tanıdım. Dostluklarım çok güzeldi. Dünyanın en hoş devrinde yaşadım. Yaz başka güzeldi kış başka. Gençlik başka güzeldi, ihtiyarlık başka. Bostancı iskelesinden adaya giderken yunuslar atlardı kayığın çevresinden… ne güzeldi, ne güzel…
Yaşlı ellerini avucumun içine aldım.
-Allah daha uzun ve güzel bir ömür versin, dedim.
Gülümsedi,
-Hep lütufla karşılanmış bir adamım ben. Allah’a duam odur ki bana Yıldız ailesinin yanında biraz daha ömür versin. Elim ayağım tutarken biraz daha yaşayayım onlarla birlikte… Allah bana lütfunu böyle tamamlasın, dedi.
. . .
Bu görüşmeden on beş gün sonra Bostancı’da bir hastaneye kaldırıldığını öğrendik. Eşimle koşup gittik yanına. Koluna serum takılmıştı. Gözelerini açıp baktı bize,
-Habibe kızım, mesai bitti mi? Dedi zorlukla.
-Bitti Süleyman Amca, diye cevap verdi.
-Aferin kızım, aferin, dedi…
Odadan çıkıp kapı önünde durduk bir süre. Tekrar yukarı çıktık. Artık konuşmuyordu.
Ertesi gün Hak Teala ona olan lutfunu tamamladı. Kuloğlu Camisi’nden kaldırdık cenazesini.
O gidince yalnız kaldı kayınpederim. İstanbul’a sığmaz oldu. İkinci bir yetimlik yaşıyordu sanki. İstanbul’da kalsa dostu yoktu, köyüne gitse konuşup dertleşebileceği kimse kalmamıştı. Modern zamanların insanının anlayamayacağı bir sadakatle dostunun kabrini ziyaret ediyordu. Beş yıl dayanabildi onsuz bir hayata.
Şimdi ikisi de ölümün olmadığı yerde. Dünyada yaşadıkları emsalsiz dostluğu başka bir boyutta sürdürüyorlar.
Çok zaman geçti aradan. Bize muhabbetin ancak vakarla birlikte var olacağını öğreten bu adamın öyküsünü yazmak istemedim nedense. Fakat aradan geçen bunca yıla rağmen hatırası evimizin içinde oldu hep. Onun hediye ettiği aynada izledik zamanın çiziktirdiği yüzlerimizi. Sevgili can dostu kayınpederimle çektirdiği resmi başköşemizde tuttuk. Çocuklarımız bile bir dede olarak devraldılar o adamın hatırasını. ‘Köşküm var deryaya karşı, durmaz akar gözüm yaşı’ şarkısını dinlerken yanıbaşımızda oturduğunu düşündük hep. Onun sevdiği şarkıları aziz hatıralar olarak mırıldandık birbirimize.
Yıllar sonra dağınık evrakların arasında daktiloyla yazılmış şiirlerini bulunca insanlığın yitirdiği, artık emsali kalmamış bir neslin son ferdine ait öyküden kırık dökük birkaç hatırayı saklamanın doğru olmayacağını düşündüm. Ondan nasibi olsun okuyan herkesin diye…
Bu bahar kabrine gitmeli Süleyman Amca’nın. Yıldız Hanım Bostancı Meydanında değildir ama onun yerine tezgah kurmuş romanlardan çiçek alıp götürmeli. Fesapş! demeli ona… Fesapş! Süleyman amca nur içinde uyu !