-Fevzipaşa Caddesinden Edirnekapı istikametinde ilerle, Karagümrük çeşme durağından gir. Tekkeyi biliyorsun, yanında Canfeda Camisi var. Orayı geç. Köşede Beyceğiz Mahallesi muhtarlığı… Muhtarlıktan sola inen tatlı yokuşun sonunda…
Telefondaki sesin bundan sonra ne söylediğini dinleyemedim. Zihnim içinde bulunduğum zamandan kopup yirmi beş yıl öncesine savurdu beni. Suratı ergenlik sivilcesiyle dolu, altmış kiloluk zayıf bir delikanlıya dönüşüp muhtarlığın önünden sola doğru döndüm.
-Aa ! bizim mahalle orası !
-Biliyor musun?
-Bilirim, bilirim… Muhtar hala Selahattin Ağabey mi?
-Muhtarı da mı tanıyorsun?
-Ya… Bakkallık yapardı. Yoğurt ekmek alırdık ondan.
-Evliya çelebi gibi adamsın ! Tamam o zaman. Bekliyorum…
Kapadım telefonu. Kırk iki yaşımın kullandığı arabayla on yedi yaşımın yürüdüğü yola doğru ilerledim. Ne sık gelip geçerim oysa buradan. On yıl önce Kasabama döndüm ama büsbütün kopamadık İstanbul’dan. Eş dost, ata ecdat… Fatih benim evvelim, Fatih benim saadetim, Fatih benim memleketim…
…
On yedi yaşındaydım be ! On yedi yaşında, o zamanlar Istanbul’un büsbütün dışında bir sahil kasabası olan Silivri’den okul için çıkmıştım. Ne içindeydim şehrin ne dışında. Aksaray’dan kalkan Silivri otobüsleriyle sabah İstanbul, akşam kim bilir neresi…
Okulda tanıştığım garip şiveli, iri yarı, çekik gözlü Adanalı çocuk, bundan yirmi beş yıl önce bu adresi tarif etmişti bana. Çeşme durağından gir, tekkeyi geç, muhtarlıktan sola dön… ilk apartman…
Ayağımda kahverengi süet kovboy çizmeleri, sırtımda Bon Jovi’nin deri montunun aynısı, saçlarımda bir avuç jöle… tarif edilen yeri kolaylıkla bulmuştum. Kim vardı yanımda… kısa boylu kavruk bir çocuk olduğunu hatırlıyorum. Ötesi yok.
Soldaki ilk apartmanın birinci katında bir öğrenci evi… O garip şiveli Adanalı arkadaş gülümseyerek açmıştı kapıyı. Onu takip edip girdiğim odada bir kanepe üzerinde oturan yaşı bizden bir kaç yaş büyük bir öğrenci gülümseyerek ‘Hoş Geldiniz!’ demişti.
. . .
Dördüncü kez çaldı telefon… artık açmasam olmaz…karşımdaki ses telaşlı…
-Neredesin, bulamadın mı yoksa?
-Hayır geldim ! Arabayı park edecek bir yer arıyorum…
-Oralarda zor bulursun !
-Ben bulurum…
-Sesine ne oldu ! Ne oldu ya hu !
Yok bir şey… yok…
Ağlıyorum hepsi bu…
. . .
-Şabo ! sene Kırbon olim… kırkından sonra sulu göz bir adam oldum. Olur olmaz ne çok şeye ağlıyorum.
. . .
‘Hoş geldin!’ dedi o öğrenci bana ‘Hoş geldin!’ Trakyalı kulağıma pek yabancı gelen yumuşak bir doğu şivesiyle konuşuyordu. Kürt mü ne? Babaannem pek severdi Kürtleri. Dedem Karaköse’de altı sene vazife yapmış. Altı sene boyunca el üstünde tutulmuşlar. Sütçüye şaka yapacak kadar Kürtçe bile bilirdi. Elini arkasına atıp omuzlarını sallayarak Kürtçe türkü söylerdi. Güldürürdü beni.
. . .
Ne konuştuk, ne söyleştik hatırlamıyorum. Kanepenin üzerinde ayaklarını toplamış oturan arkadaşın kulağıma yabancı gelen o doğu şivesiyle ‘Hoş Geldin!’ dediğinden başka iz yok zihnimde. Bir de Edirnekapı’da dolmuş beklerken yanımdaki çocuğun sorduğu soru,
-Bon Jovi de kim ki?
O akşam geç saatte kaldığımız yurda döndük. Bir kaç gün sonra küçük bir bavul içine eşyalarımı, kitaplarımı koyup Beyceğiz Mahallesindeki o öğrenci evine yerleşiverdim.
. . .
Hepsi memleketin güneyinden altı öğrenci vardı evde. Adanalı, Maraşlı, Antalyalı, Burdurlu, Diyarbakırlı… Bir batılı bendim içlerinde. O güne kadar çay demlememiş, yumurta kırmamış, bardak yıkamamış ama hayatın anlamını çözmüş, her sorunun cevabını vermiş bir ergen… yüzüm sivilceli, ayağım botlu, sırtım deri montlu. Koltuğumun altı kitap dolu. Ne çok söylenirdi babam bana. ‘Hocaların kitaplarını okuma… Ufkun artmaz, bilgin artmaz… Herkes kendi kafasına göre din satar. Okuma hocaların kitaplarını…’ Oysa ben bayılırdım hocaların kitaplarına.
. . .
Sağda karşılaştık arkadaşla. Dosyayı elimden aldı.
-Demek biliyorsun burayı, muhtarı bile tanıyorsun ha!
-Evet… yirmi yıl boyunca muhtarlık yaptı burada. Beynelminel adamdır… Öğrenciliğimin ilk dört ayında şu evde kaldım…
Parmağımla işaret ettiğim yerde… Aynı köhne giriş kapısı. Aynı bakımsızlık… bu kadar küçük müydü giriş? Gitsem, on yedi yaşımın kovboy çizmesiyle bastığı yere sandaletli ayaklarımla bassam…
-Haydi ! diyor arkadaş.
Sürükleniyorum arkasından. Köhne kapı kör bir göz gibi üzerime dikiliyor. Sanki ‘bir yerden tanıyacağım seni!’ diyor. Benim ben… dört ay boyunca sadece hafta içi de olsa yuva olmuştun bana. Hani senin içinde yas tutmuştum kuzenime. Hani senin içindeyken üç kere dağlanmıştı yüreğim aynı yerinden. Hani senin içindeyken sevdalıydım… Hani bir koşu gidip tahin – yoğurt alır gelirdim. Gece uyumazdım. Gözlerimi kitap satırlarına saplayıp sevgilimi düşünürdüm. Biri çay koyardı, çekirdek çıtlayıp sabahlara kadar memleketi, dünyayı kurtarırdık Selahaddin misali. Hani ‘Varyemez Amca’ dediğimiz bir ev sahibimiz vardı. Hani harçlıklarımızı biriktirip denkleştirdiğimiz ev kirasını almak üzere her ayın ilk günü kapımıza dayanırdı. Temiz yüzlü, kısa sakallı, bej rengi paltolu, çakır gözlü bir Karadenizli ihtiyar. Sevmezdik onu…
…
Altı öğrenciydik, Şaban en büyüğümüz… Olduğundan yaşlı gösterirdi nedense. Diyarbakırlıydı. Anne tarafından Zincirkıran Şevki paşa adında bir Kürt beyinin torunuydu. Babası o çok küçükken ölmüş. Küçük kardeşi Remzi vardı… ara ara evimize ziyarete gelen güleç yüzlü bir delikanlı. Ateşli ateşli konuşurdu bizimle. ‘Hele dur Remzi’ derdi ağabeyi. ‘Tantana taşkana çıkarma!’
Annesini arayıp saatlerce konuşurdu. Ağabeyini, ablasını arayıp saatlerce konuşurdu. Biz en çok Bibi Naciye’yi aramasını isterdik. ‘Yarın sınav var, hele Bibi Naciye’ye telefon edip dua istiyem !’
Söylediğine göre Diyarbakır eşrafından uzak akraba doksan yaşında bir kadındı Bibi Naciye. ‘Şabo!’ derdi onun sesini duyunca. ‘Şabo, sene kurbon olim !’ Şaban hatırını sorardı. Uzun uzun konuşurdu Bibi Naciye ile. Üç laf arasında ‘Teşekkür ederim’ derdi Bibi Naciye… ‘Şabo Sene kurbon olim ! Teşekkür ederim oğlum, teşekkür ederim.’
-Bibi Naciye, bak telefonu yanımdaki arkadaşa veriyem.
Ancak on yedi yaşında bir çocukta görülecek bir muhabbetle konuşurdum Bibi Naciye’yle.
– Bibi Naciye, sıhhatin iyi mi?
– Teşekkür ediyem yavrum ! Teşekkür ediyem.
Akşam olunca Yavuz Selim’e yürürdük. Camii’nin teras bahçesinden Haliç’i seyrederdik uzun uzun. Derdi davası olan çocuklardık. Ne olacak bu dünyanın hali ! memleketin ahvali, Müslümanların hal-i pür melali. Hepimizin kendince dahiyane fikirleri vardı. Sanırdık Haliç hep pis kokacak, su hiç akmayacak… İstanbul hep böyle fakir ama görkemli olacak. Ben unutmayacağım Kenan’ın acısını, yüreğim hep dağlanacak. Mehdi gelecek, kıyamet kopacak. Ya benim onca kitabım ne olacak?
Koluma girerdi yürürken. Artık şarkı dinler gibi dinlediğim yumuşak şivesiyle anlatırdı. Hep ümitvardı, hep olumlu bakardı. ‘Yek katre hazeran endişe!’ derdi. Kendisi de doğru dürüst Kürtçe bilmezdi.
Onu ziyarete Diyarbakır’dan arkadaşları gelirdi sık sık. Her gelişlerinde kutu kutu sarma kadayıflar, çerezler, içli köfteler. Aklıma geldiğinde damağıma sarma kadayıf tadı değmesi ondan. Gece sohbetleri, verilmiş bir sınav… hepsi önce lahmacun, sonra sarma kadayıfla kutlanırdı. Şaban varsa yanımızda hiç kimse hesabı ödemeye davranmazdı.
. . .
Bir gece yürüyüşünden döndükten sonra fark ettik, evimize hırsız girmiş. Giyilmiş pantolonlarımızı, bavullarımızı alıp götürmüş. Benim bavulumda henüz ambalajı açılmamış iki gömlek, amcamın yadigarı tıraş makinası, çamaşırlarım… Polise telefon ettik, ekip Sulukuledeymiş… dönünce gönderirmiş… Burdurlu Veteriner Hüseyin babasına durumu anlatıyor telefonda. ‘Nemiz vaa, nemiz yok alıp gedivemişlee!’ diyor.
‘Altı dene deliganlının içinde hırsız nası girivereyo len ! Dikkat edin İstanbul yerinde donunuzu da alıp getmesinlee!’ diyor babası.
-Sen sağ ol buba ! dediğin de oldu. Arkideşin birinin…
Lafını bitirmesine meydan vermeden kapıp alıyorum telefonu.
-Yok bi şey be amca. Kandırıyor seni bu dalgacı !
Şaban gülümseyerek izliyor bizi. Kalkıp çay demliyor. Gece üçe kadar sürüyor sohbet.
-Ben hakkımı helal ediyem ! diyor.
-Len furcem terliği gafene ! Hırsızı da helal olur muymuş? Diye çıkışıyor veteriner Hüseyin.
-Olsun Hüseyin olsun. Ötede hesap zordur ben hakkımı helal ediyem! Diyor.
. . .
Kürttü Şaban. Halkını hem sever, hem eleştirirdi. Dostları daha çok Kürt olmayan öğrencilerdi. Kral Gudea heykeli kadar Mezopotamyalıydı. ‘Mezopotamya kelimesi Kürtçedir. Mezrabotan’dan bozmadır. Botan arazisi anlamına gelir’ derdi. Çıkışırdım. ‘Kelimenin etimolojisi apaçık ortada, yapma etme,’derdim.
Kendisine sadece doğulu olduğu için önyargılı olan arkadaşlar vardı. Hani giydiği nefti kaşe paltoyu pek beğenmişti bunlardan birisi. Aşağılayan bir tavırla söylenmişti.
-Güzel palto…
-İçindeki güzel de ondan öyle… demişti.
Uzun saçlarını eliyle tarayarak gülmüştü diğeri.
-Kaç burs parası sırtındaki palto? Para sizin Kürtlerde…
-Yok vallah ! İçindeki güzeldir. Sana yakışmaz benim kadar. İstersen giy.
Çıkarıp giydirmişti diğerine. Uzun boyuna, ince endamına pek yakışmıştı palto. Şaban güzel bir tabloyu izler gibi gülümseyerek bakmıştı ona.
-Yakıştı. Senin olsun, demişti.
Diğerinin kibrine değmişti bu lütuf. Aceleyle çıkarmaya çalışıyordu paltoyu. O gülümseyerek reddediyordu.
-Vallahi almam. Senindir, sana daha çok yakıştı. Hem hediyeleşmek sünnettir.
Zorla vermişti Nefti pantolonu karşısındakine. Uzun saçlı çocuk mahcup mahcup oturmuştu karşısına. Bir daha hiç konuşmamacasına.
Benzeri bir tartışmayı biz de yaşamıştık Şabanla. Şivesine takıldığım, ağzından çıkan her kelimeyi taklit ettiğim Adanalı arkadaşım şikayet etmiş olmalı. ‘Suçlusun ! Bunca üzerine gidilmez ki adamın… hem ayıptır, hem günah! O senin arkadaşın’ demişti. Bir kamyon laf söylemiştim ona. Üzerine yürümüş, olmadık hakaretler etmiştim. Ayaklarını indirmemişti oturduğu kanepeden. Tokat yemiş bir çocuk gibi suskun, mahcup dinlemişti beni.
-Senden mi öğreneceğim saygıyı nezaketi ben ! Ben ki…
‘Ben ki ateşten, o ki topraktan…’ anlamına gelecek sözlerle aramızdaki farkı anlatmıştım. Bu farkı görmeyen Şaban’ın gönlüne, cinsine, aklına, terbiyesine olmadık laflar etmiştim.
Yirmi yıl sonra Savcı Mithat hatırlattı bu olayı bana. İki gözü iki çeşme… titreyen sesiyle.
-Tartışmışsınız o gün… yanıma gelip olayı anlattı. Ağır konuşmuşsun, incitmişsin onu. Dedim ki ‘Şaban ne yapmayı düşünüyorsun şimdi.’ Dedi ki; ‘Gidip özür dileyeceğim’. Dedim ki ‘Şaban… suçlu o, yaşça küçük olan o… senin izzet-i nefsin yok mu?’ Gülmüştü bana. ‘Mithat! Nefsin izzeti olur mu?’ Demişti.
O olayın ardından gelip özür dilemiş, Güzel Ahlak adlı bir kitap hediye etmişti bana. İlk sayfasında el yazısıyla, ‘Güzel ahlakından çok şey öğrendiğimiz kardeşime muhabbetle…’ notu düşülmüş.
Ah ne aradım o kitabı bir kaç ay önce. Kütüphaneyi alt üst ettim. Bulamayınca kederlendim. Sonra babaevindeki kütüphanede rastlayınca ne çok sevindim. İlk sayfasını açtım, mavi tükenmezle yazılmış notu tekrar tekrar okudum, okumadım içtim.
‘Güzel ahlakından çok şey öğrendiğimiz kardeşime muhabbetle…’
. . .
Oysa evin altı sakininden en çılgınıydım ben. En sık kavga eden, en sık alevlenen, en çok konuşan, en çok küsen… Birlikte okula doğru yürürken,
-Fevrani hareket etme ! derdi.
-Şaban Abi, Fevrani hareket ne demek?
-Düşünmeden… ilk tepki… sonunu hesap etmeden…
. . .
Şabo sene kurbon olim ! dinleyemedim seni. Tavsiyeni tutmayı beceremedim. Hayatım boyunca fevri oldum, hayatım boyunca fevrani davrandım. Aklıma gelen ilk tepkiyi verdim, kırk iki yaşındayım ve pişmanım Şabo, pişmanım… Öyle pişmanım ki…
. . .
Sonra ne oldu da çıktım bu evden. Fevrilik işte… her taşkınlığımı sineye çeken Adanalı arkadaşımla tartışmışım, pılımı pırtımı toplayıp çekmişim kapıyı. Bir grup Kafkasyalı öğrenciyle Kıztaşı’nda bir apartman dairesinde dört dilde yapılan sohbetlerle memleketi, ata yurdu, sonra da dünyayı kurtarmışım…
Okulda karşılaşıyorduk. Akşamları birlikte yemek yiyorduk. Ben rumeli köftesi yemek istiyordum, o lahmacun. Zeyrek’te büryan, Horhor’da patlıcanlı kebap.
-İnsanoğlu ateşi ilk keşfettiğinde bu yemeği yapmıştı. Ya hu ne kadar iptidai bir kültürünüz var, bizimkiler tavuğu cevizle, eti yeşil erikle yiyor. Diye takılırdım.
Ertesi yıl bir yurda taşınmıştı. Ben de peşinden… etüd odasında o ders çalışırken yanına gidip sarılıyordum sırtına.
-Yakınım gel, duvar dibinde çay içelim.
İkiletmiyordu isteğimi. Kitabını defterini bırakıp benimle geliyordu. Fatih külliyesinin duvarları dibine sıralanmış hasır taburelere oturup çay içiyorduk. Tasavvuf, sanat, siyaset, kültür, hukuk… bitmezdi bizim konularımız. Ağır ağır anlatırdı. Artık alıştığım, artık kulağıma şiir gibi gelen o Diyarbakır Türkçesiyle anlatırdı. Fevri davranmamaya özen gösterirdim onun yanında. Sadece ben değil, onu tanıyan diğer öğrenciler de saygı gösterirdi. Bülent Güldamlası, yüzünden gül damlayan bir delikanlıydı. Mithat mahcup bir çocuk. Kısa boylu güler yüzlü bir Hakan… Öğrencilik yılları bir avuç su gibi akıverdi parmaklarımızın arasından. Ellerimiz tertemizdi o zaman. Onun elleri küçük bir çocuğun elleri gibi tertemiz ve yumuşacık…
O eller ki minibüse binecek olsa kimseye değmemek için ceplerine girerdi. ‘Şu parayı uzatır mısınız?’ ricası üzerine saklandığı cepten çıkar, ürkek ürkek uzanır, parayı veren el mutlaka değerdi ona. Şafiiliğinden kimseye dokunmak istemezdi Şaban. Ne çok üzülürdü abdesti bozuldu diye. Karagümrük’le Beyazıt arası yürümesi ondandı.
Beş yıl geçti. Mezun oldu… Şirinevlerde bir yerde bir akşam düğününü yaptık. El ele tutuşup omuzlarımızı sallayarak halay çektik. ‘Lorki lorki he lorki hanıme lorki. Ez kurbane tabım e ve hanıme lorki…’
. . .
Şabo sene kurbon olim ! Önce Taşkasap’ta bir ofis açtı. Altıncı katın arka penceresinde harika bir Sur içi manzarası vardı. Hafifçe kar serpiştirmiş evlerin damlarına.
-Ne kadar çok kar yamış, diye çığlık attım.
-İhtiyarlayınca torunlarına ‘ben gençken Fatih camisinin alemine kadar kar yağdığını gördüm diye’ anlatırsın artık, demişti.
O günlerde sigaraya başlamıştı. Mavi sigara paketinin içinden bir tane çekip kar manzarasına doğru üflemiştim.
Bir kaç yıl sonra Kadıköy’e taşındı. Sık sık arardı beni. Annesiyle görüştüğü zamanlarda olduğu gibi uzun zun konuşurduk. Bizim kasabada duruşmaları olurdu bazan. Duruşmadan çıkıp ofisime uğrardı. Akşam sahile inerdik. Sevgili annesini de getirmişti bir defasında. Ne esprili, ne genç ruhlu, ne aziz bir kadındı o. ‘Bacaklarım ağrıi, Gece olunca Şaban’la birlikte Bağdat caddesinde yürüyoruz. Doktor dedi bacaklarını kaldıra kaldıra yürü. Biz yürüyik, millet bize bakıi.. Hele sen gelmeden haber ver. Patlıcan dolması yapam sene…’ İki yeni yetme gibiydiler bir araya geldiklerinde. Hiç kimse onun kadar muhabbetle ‘Anne’ demiyordu annesine.
. . .
Şabo sene kurbon olim ! 2013 nisanının sonunda aramışsın beni.
-Nerdesin?
-İstanbul’a geldim işim vardı.
-E ben Silivri’deyim… Dedim seni göreyim…
-Ah ne iyi olurdu ağabey! Ama işim akşama dek sürer. Nasıl da özledim sohbetini…
-Özledim diyorsun, gelmiyorsun. Hep ben geliyorum. Özleyen gelir. Aynı şehirdeyiz.
-Ben hımbıl bir taşralıyım ama… geleceğim ağabey, geleceğim.
Bir hafta geçti mi aradan… 1 mayıs sabahı İstanbul’a gelmek üzere Diyarbakırlı bir kitapçıyla yola çıkmıştık. Yol boyu seni anlattım ona, esprilerimiz, hatıralarımız… Hani Diyarbakırda bir parkta çocuğunu emzirmeye çalışan anne karşısındaki bankta oturan adamı çocuğuna göstererek demiş ya… ‘Memeyi alıysen al, almıysen ammiye veriyem!’
Uzun uzun anlattım seni ona. Övüne övüne yirmi iki yıllık dostluğumuzdan bahsettim. Ona seni anlatırken fark ettim. Bu yirmi iki yıl içinde bir çirkin söz duymadım senin dilinden. Müstehcen esprilerime, Trakyalı ağzıyla ettiğim küfürlere, elimin ermediği her yere yetiştirdiğim incitici sözlerimden hiç birine ortak olmamışsın. Hiç kimsenin hakkında olumsuz konuştuğunu işitmemiş kulaklarım. Sobaya zoba diyen o lüzumsuz paytak arkadaşımız hakkında bile… derdin hep kendinleydi… ‘eller yahşı ben yaman, herkes buğday ben saman!…’
Ofise vardığımda sana bir mesaj yazmak için bilgisayarı açmıştım. ‘Ağabey ! Bugün seni anlattım bir tanıdığa… anlatırken fark ettim. Bir kırıcı laf duymadım senin dilinden, kimseyi incittiğine şahit olmadım… nasıl bir adammışsın sen… ‘
‘Enter’ tuşuna basmadan önce sayfasındaki mesaja gözüm takıldı.
. . .
Şabo !
‘Sene kurbon olim !’
1 Mayıs 2013… En son Bostancı sahilinde yürümüş Şaban… Yanında çocuğuyla. Sonra durmuş, sonra elini göğsüne koymuş, sonra son kez gökyüzüne bakmış, sonra ‘Allah!’ demiş, sonra düşmüş… çevresindekiler koşmuşlar. Oğlu başucuna eğilmiş… Şaban artık yokmuş…
Telefon ettim.
-Diyarbakır’dayız, dedi Adanalı avukat arkadaşım. Şaban’ı memleketine bıraktık, döneceğiz…
Yar yıkıldı… duvar yıkıldı… kubbe yıkıldı… İstanbul yıkıldı… Karagümrük, Kadıköy, Taşkasap yıkıldı… Gönlüm yıkıldı… Varyemez Amca’nın evi yıkıldı… Kitap dolu kütüphaneler yıkıldı…
İçimdeki fevri adam dünyaya küstü Şaban… Sene kurbon olim…
Anne ne oldu… çocukların ne oldu… Remzi ne oldu… sen çekip gittikten sonra dünyaya gelen üçüncü evladın ne oldu… Şabo sene kurbon olim…
Telefonlaştık arkadaşlarla. Tuncay aradı. Duabideymiş.
– Onunla ilgili bir hatıram vardır, dedi. Bir kış günü sırtındaki deri montu beğenmişti birisi. Önce çıkarıp giydirdi. Sonra dedi ki ‘Senin olsun! Pek yakıştı…’
O günden beri ben senin içtiğin mavi paketli sigaralardan içiyorum Şaban. Tadı eskisi gibi değil ama ilk dumanı içime çektiğimde karşıma oturuyorsun. Güleç kara gözlerinle bakıyorsun yüzüme. Fark ediyorum varlığını… iki senedir yaktığım her sigaranın ilk nefesinde Bibi Naciye’nin sesiyle mırıldanıyor yüreğim. Diyorum ki, Şabo ! Şabo… Sene qırbon olim !
. . .
Saat gece yarısına geliyor… görüşmemiz bitti. Arabama kadar uğurlamak üzere benimle yürüyordu arkadaşım.
-Bu gece keyfin yok, pek tuhafsın geldiğinden beri.
sağımda kaldı Varyemez Amcanın evi.
-Yok bir şey… dedim. Yok bir şey… fevri bir adamın her zamanki hali.