İzini binlerce yılın silemediği gerçek ile insan muhayyilesinin sebepsiz kuruntularının iç içe geçtiği…
Yaşlı hahamların ceylan derisiyle kaplı parşömenlere düştüğü tarih kayıtlarıyla kocakarıların küçük çocuklara anlattığı masalların birbirine karıştığı anlatılara göre,
Gışlgameş ile Enkidu’nun çağından çok önce, ya da onlardan sonra, Aşil ile Hektor’un zamanlarının ardında ya da önünde…
Kaf Dağının derin vadilerinde, koyu gölgeli ormanlarında, nefti yamaçlarında, boyu arşın arşın, yüreği gökyüzü kadar geniş, aklı kıt adamlar yaşarmış.
Tevrat onlara ‘Goyim’ adını verir, onlar kendilerine ‘Nart’ derlermiş.
Ateşi tanrılar katından onlar alıp getirmiş, tohumu toprağa onlar atmış, toprakta baş kaldıran başağı onlar biçmiş, demiri önce onlar eritmiş. Atla dost olmuş, köpekle yaren… hayvan derisiyle soğuktan korunurken sonrasında yünü ip, ipi kumaş etmiş. Anaya minnet duymayı, bir ateşin başında toplanıp şarkı söylemeyi, sevdiğini kıskanıp sahiplenmeyi, bir arada yaşamak için kurallar koymayı onlar keşfetmiş.
Onlara ilişkin masallar, binlerce yıl boyunca Kaf Dağı’nın insanları tarafından, yaşayıp görmüş insanların dilinden, öküz boynuzundan yapılmış bir kadeh gibi boş çocuk zihinlerine aktarıla aktarıla kuşaktan kuşağa devredilmiş,
Her devredişte bir şeyler eksilerek, her devredişte bir şeyler eklenerek dönüşüp başkalaşmış.
Gerçeğin içine yalan, tecrübenin içine hayal, tarihin içine yorum katılarak yoğrulmuş,
Atkısı gözden, çözgüsü kulaktan dokunmuş alacalı bir kumaşa benzeyen destanlar kalmış onlardan geriye.
İşte o destanlarda anlatılana göre;
Yüzlerce, binlerce yıl boyunca dünyayı bu cismi kocaman, yüreği geniş, aklı kıt Nart soyu şenlendirmiş.
Ve bir gün o Nart soyundan iki yaşlı, birbirine sırt vermiş iki dağın doruğunda, dirseklerini dizlerine dayayıp, çenelerini avuçları içine alıp otururken, dağların arasındaki dar geçitte kocaman bir öküzü boynuna bağladığı ince bir sicimle yedip götüren küçük bir çocuk görmüşler.
Çocuğun boyu Nart ulusunun ayağının ökçesine ancak geliyormuş,
Çocuğun beli Nart ulusunun bileği kadarmış.
Hayretle birbirine bakmış iki koca Nart… Ak sakallarını kaşıyarak hayretle, dehşetle sormuş biri diğerine,
-Bu kim?
-İnsanoğlu, demiş diğeri. Kendisinden defalarca ve defalarca büyük, ve kendisinden kat be kat güçlü ve kendisinden ağır mı ağır olana da güç yetiren, olmamışı olduran, olacak olanı kestirebilen, olmakta olanı kendi muradına uyduran insanın yavrusu bu.
-Pekiyi bu söylediklerini nasıl yapabiliyorlar, demiş karşısındaki.
-Akıl ile… Bizim kollarımız kadar güçlü olmasa da kolları, bizi bacaklarımız kadar güçlü olmasa da bacakları, bizim gözlerimiz kadar uzağı görmese de gözleri ve bizim kulaklarımız kadar keskin olmasa da kulakları, onlarda eksik olan her şeyi tamamlayan bir cevher var içlerinde. Güçlü hayvanlara, yüce dağlara, uzaklığa ve yakınlığa söz geçirmelerini sağlayan bir cevher bu. Ona akıl diyorlar.
-Hepsinde var mı o cevherden? Diye yine sormuş ötekisi. Hepsinde var mı bu cevherden, yoksa sadece küçük çocuklarında mı?
-Hepsinde var… Erkeğinde ve kadınında, yavrusunda ve kocamışında… Onların hepsinde var bu.
Ayağa kalkmış yüce Nart bu söz üzerine. Elini, nice yıl yaşayıp nice yıl çenesini dayadığı koca elini, ormanlardan meyveler koparmış, suda balık avlamış, kuşların kafasını çekip koparmış, nice Nart kadınına değip onu kendisine sevgili kılmış koca kemikli elini uzatmış diğer dağın zirvesinde oturan arkadaşına.
-Bizim çağımız bitti! Demiş.
-Bizim çağımız bitti ! demiş diğeri.
Ayağa kalkmışlar. Bulutlara değen başlarını eğmişler, arkalarını dönüp dağların doruğunda izi olmayan, yolu olmayan koyaklara doğru yürümüş, içi karanlıkla dolu bir mağaraya girip gözden kaybolmuşlar.
O günden sonra Nartları gören olmamış.
Dünya boynuna doladığı küçük iple koca öküzü yedip götüren küçük çocuğun soyuna, insanoğluna kalmış.
. . .
O insanoğlu kendisinden büyük kaya parçalarını bir peynire şekil verir gibi kolaylıkla kesip şekillendirerek onları üst üste koyarak, şehirler kuran…
O insanoğlu geçit vermeyen nehirler üzerine köprüler konduran,
O insanoğlu nice mahluka baş eğdiren, nice cevherleri topraktan çıkaran, o cevherden alet yapan, uzak yolları yakın eden, denizleri aşan, savaşlar çıkartıp tanımadığı başka insanoğullarını hırsla öldüren, önce barutu, sonra kurşunu, sonra bombayı, sonra düğmeyi icat eden, kuşlar gibi gökte uçan, olmuşu yazan, olacağı hesap eden, yalanlar uydurup o yalanlar uğruna birbirini katleden, kendisine verilenle asla yetinmeyen…
Biz o insanoğlu idik…
Sonra…
Binlerce yıllık emeğimiz, terimiz, gözyaşımız ve kanımızla yükselttiğimiz bencilliğimizin zirvesinde otururken,
Bir fareye odaklanmış kedi ciddiyetiyle önündeki ekrana bakıp bir takım tuşlara nasırsız ellerinin ince uzun parmaklarıyla dokunan, kasları gevşek, görme yetisi azalmış, beyni kafatasına sığmayan, kalbi küçülüp göğüs kafesinde kaybolmuş, derisi ince, sesi tiz bir başka insan soyu ile karşılaştık.
-Kim bunlar? Dedi içimizden birisi.
-Bunlar önlerindeki küçük pencereden koca dünyayı görebilen, parmaklarının ucu ile o koca dünyaya hükmedebilen, bunlar aynı dili kullanarak dünyanın bir ucundakiyle anlaşabilen, bunlar görüş ufku düşmüş gözlerine rağmen duvarın ardındakini gören, denizin ötesindekini duyan, güneşin battığı yerde oturup güneşin doğduğu yerdekiyle fikir birliği edebilen bir soy.
-Bunu nasıl yapabiliyorlar? Diye sordu.
-Kalplerinin sesine kulaklarını tıkayıp akıllarını kullanarak.
-Pekiyi onlar birbirlerinin hep böyle uzağında mı? Dedi karşısındaki.
-Evet onlar birbirlerinden uzaklaştıkları ölçüde rahat ediyorlar, vaktiyle insan soyunun kurttan korkup kaçtığı gibi birbirlerinden kaçıyorlar.
-Onlar birbirleri ile savaşıyorlar mı? Birbirlerini seviyorlar mı? Diye tekrar sordu ötekisi.
-Bizim gibi değil… Savaşmak için yiğit olmaları gerekmiyor. Sevmeleri de bize benzemiyor. Özlemeyi, hasret duymayı bilmiyorlar. Yaşlılarına karşı bizim gibi değiller, çocuklarına karşı ve kadınlarına karşı…
-Pekiyi nedir varlıklarının hikmeti?
-Bir vakitler koca bir öküzün boynuna ip geçirerek yanımızda yedip götürmemizi sağlayan aklın onlara yaptırabileceği en son işi de görmek istiyorlar… Varlıklarının hikmeti aklın onları vardıracağı son noktaya varmak…
-Bizim çağımız bitti, dedi dinleyen.
-Bizim çağımız bitti, diye tekrar etti diğeri.
Ayağa kalktılar. Vaktiyle taşı yontup mabetler inşa eden, cevheri cevhere katan, kendi soyunun kanını akıtacak silahlar yapan, nice mahluka boyun eğdiren, nicesinin soyunu kurutan, orak, saban, tırpan, kalem, kılıç ve silah tutan… Hep kendisi için toplayan, hep başkasından alan ellerini birbirine uzattılar. Arkalarını döndüler. Varlıklarıyla zehirledikleri toprağın, varlıklarıyla koyu renkli akışkanlığı az, yağlı bir pırıltıyla kımıldanan denizin içine girip gözden kayboldular.
Hulusi Üstün