Kedi Nebile
1989’yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelip kasabaya yerleşen Çıkıkçı Vahit’in şimdilerde Manuel Tedavi Merkezi tabelası koyup hasta kabul ettiği evde, Mavi Kasaba’nın gelmiş geçmiş en renkli tiplerinden biri olan Nebile Ablamız yaşardı. Bundan yirmi beş sene önce bahçe içindeki iki katlı evleriyle bizim mahallemiz şehrin bittiği yerdi. Bizim evlerimizden sonrası denize kadar uzanan gündöndü tarlaları ve incir bahçeleri ile tek başımıza girmeye çekindiğimiz bir ıssızlıktı. Baharda yeşeren, yazın sararan, kışın beyazlara bürünen, her mevsimi bir pastoral tablo kadar güzel bir ıssızlık…
Her ne kadar mahallenin çocuklarının kendisine “Nebile Abla” demesini istese de en büyüğümüzün babaannesiyle yaşıttı o. Saçları bembeyazdı, çenesinin ucunda da uzayıp unutulmuş birkaç beyaz tüy vardı. Alçacık boylu, çıttı pıtı bir hanımdı Nebile Abla. O zamanlar nüfusu belki on bin olan kasabanın yarısından fazlasının ebe annesiydi. Bakkalın ebe annesi, belediye başkanının ebe annesi, avcının, boyacının, faytoncunun balıkçının ebe annesiydi. Herkeslerin en mahrem halini bilirdi. Sevecendi, muhabbetliydi, cana yakındı Nebile Abla.
Çocuk aklımda adı yer etmemiş bir Paşa’nın soyundan olduğunu söylerdi. Nüfus cüzdanını Osmanlı memurlarından almış, iki padişah görmüş, İstanbul’da kız lisesinde okumuş, Halide Edip’i tanıyan, Hafız Burhan’ı bilen, Atatürk’ü gören bir kadındı. Vaktiyle pek güzel Fransızca konuştuğunu söylerdi, yanına çağırır “asse vu” derdi. “İsimler ikiye ayrılır ism-i has, ism-i cins” diye sohbete başlardı.
İnce yüz hatları vaktiyle güzel bir kadın olduğunu belli ederdi ama hiç evlenmemişti Nebile Abla. Ayak üstü konuşacak olsak gençliğinde onun için şarkılar söyleyen delikanlıları anlatırdı hemen. Belki hiç evlenmemiş olmasının sebebiydi aksak ayakları. Yürüyüşüne Hacıyatmaz havası veren tatlı bir aksaklıktı bu. Yazın hasır şapka, kışın bere takan, daha ilk çıktığı günlerde kot etek giyen bir yaşlıya ne kadar da yakışıyordu bu hacıyatmaz yürüyüşü. O haliyle badi badi sahile doğru indiğini gören herkes durup iyi günler dilerdi.
-İyi günler ebe anne, bugünlerde naaparsın, derlerdi.
O devirlerde Silivri daha bir Trakya kasabasıydı. İnsanlar alfabeyi sayacak olsalar Balkanların hangi bölgesinden oldukları anlaşılırdı.
Onun ne yaptığını kasabada bilmeyen yoktu aslında.
Nebile Abla, tek başına yaşadığı bu koca evde kedi beslerdi. Ama öyle bir, üç, beş değil sayısız kedisi vardı. Bir gün mahallenin yaramazlarıyla o iki katlı evin pencere kenarlarına dizili olanları saymıştık, görebildiklerimizin sayısı altmış kadardı. Her renkten, her cinsten boy boy kedi. Evin içinde, banyoda, mutfakta, balkonda bahçede belki yüz, belki iki yüz kedi…
Evin içinden bakımsız bahçeye yoğun bir kedi kokusu taşardı. Bu dayanılmaz kokudan dolayı eve tüpçü giremezdi, tamirci giremezdi. Bir tek o rahatsız olmazdı kedi kokusundan. Kapı önündeki ağaç altında oturup şarkılar söyleyerek okşardı kedilerini. Ayaklarının altından kediler geçerdi, bacaklarına, kollarına kediler sürtünürdü.
“Çocuklarım!” dediği bu dört ayaklı mirasyediler için her gün kocaman tepsilerle papara pişirirdi. Mezbahada çalışan birilerinin ebe annesi olduğu için kilolarca ciğer ve et gelirdi eve. Doğumuna yardımcı olduğu ve annesinin çıplak halini bildiği birkaç kasap onun için işe yaramaz etleri ayırırdı her gün. Boş arsalarda kovboyculuk oynayan çocukların arasında gördü mü çağırır bakkala gönderirdi beni.
– Bir koşu gidip on ekmek al mahallenin akıllısı, derdi.
O kadar ekmeği kedilere yedireceğini bildiğim halde her seferinde uyarmayı görev kabul ederdim.
– Onca ekmeği yiyemezsin Nebile abla, bayatlar kalır.
– Sararım onları bir battal poşete, hem sana ne benim kaç ekmek yediğimden, derdi.
Mahalleli, Nebile Ablanın kedilerinden illallah ederdi.
. . .
Mart geldi mi Nebile Ablanın bahçesinde öyle bir panayır başlardı ki görülmeye değer. Bir daldan bir başka dala, bir ağaçtan diğerine salkım halinde gezerdi kediler. Onların söylediği aşk şarkıları yüzünden mahalleyi uyku tutmazdı. Gördükleri yerde ricacı olurlardı Nebile Ablaya “şu kedileri birer ikişer azaltsan, İstanbul’a yollasan, kısırlaştırsan, mahallenin namusundan korkuyoruz ayol!” derlerdi.
Kedileriyle ilgili tüm ricaları reddederdi Nebile Abla.
-Yok, derdi. Yok. İki ayaklılardan daha vefalı bunlar. Aldatmazlar, ağlatmazlar. Verirsen yerler, vermezsen giderler. Bırakın kedilerimi.
Ricanın minnetin Nebile Ablayı kedi sevdasından vazgeçiremeyeceğini anlayan mahalleli, durumu defalarca belediyeye bildirmişti fakat oradan da bir sonuç alınamamıştı. Başvuracak bir başka merci de yoktu ki o zamanlar. Reha Muhtar henüz Atina muhabiri olmamıştı, değil Show TV, 2. Kanal bile açılmamıştı.
Ardı ardına şikayetlerden bir sonuç gelmeyince işin iç yüzünü anlamıştı mahalleli, Nebile Abla Belediye Başkanının da ebe annesi olmalıydı.
Çevrenin kendisinden rahatsız olduğunu görünce Nebile Abla arayıp tarayıp bir uzak akrabasını bulmuş, ahir ömründe kendisine bakış görüş etsinler diye onları evinin üst katına almıştı. Fakat Nebile Abla ile yeni gelen akrabalarının arasından kimi siyah, kimi toraman, kimi sarı kediler geçmişti. Akrabaları ya kediler ya biz deyince Nebile Abla evini satıp mahalleden ayrıldı.
. . .
Yirmi yıldan fazla oluyor Nebile Abla konağını terk edip sahilde bir apartman dairesine gideli. Sonrası ne oldu, ne zaman, nerede, nasıl öldü bilmiyorum ama geçtiğim sokakları tanımaz olduğum şu günlerde çocukluğumun bu renkli portresini öyle tatlı bir mutlulukla hatırlıyorum ki bir vefa borcunu yerine getirmek adına… kedilerini bırakıp gittikten sonra hiç kimsenin hatırlamaz olduğu bu kimsesiz kadının ruhuna, insanların kedilerden daha kadirşinas olduğunu fark ettirmek adına yazıldı bu yazı. Ne renkli, ne farklı, ne yürekli bir insandı Nebile Abla. Hani adamakıllı bir şair olsam şiir yazardım onun için,
– Ne güzel komşumuzdun sen Nebile Abla… diye başlayan.