Hepimizin bildiği o karikatürde olduğu gibi ben de dışarı çıkmıyorum. Bir günah işlediğim de yok son zamanlarda. Telefonla bilgisayarla çok zaman geçirdiği için bizim delikanlıya söyleniyorum arada hepsi o. Ne yapsın çocukcağız. Mektep bile interaktif oldu, dersleri bilgisayardan izliyor. Ben de internet üzerinden bir takım gruplara, yabancı öğrencilere seminerler veriyorum. Eş dostla görüşüyorum. . . . Farklı bir şeyler yapmak adına her gün öykü okuyalım dedik. Eşim, çocuklar ve ben… Ağırlıkla Türk edebiyatına ait dört öykü okuyoruz her gün. Selim İleri’nin öykü antolojisi, Sait Faik ciltleri, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket… Çoğunu elime almayalı uzun yıllar olmuş. Dün Aziz Nesin’in 1971 baskılı ‘Biz Adam Olmayız’ adlı öykü kitabından ‘Alırsınız Cenneti’ adlı öyküyü okuduk. Bilen bilir, bilmeyene vah vah… Güzel öyküdür ‘’Alırsınız Cenneti.’ Okudukça ortaokul yıllarımda okuduğum öyküden aklımda ne çok pasajlar, ne çok diyaloglar, benzetmeler kaldığını görüp şaşırdım. Demek ustaca yazılmış bir öykü yüzyıllara meydan okuyan bir anıtsal yapı gibi kalıveriyor insanın dimağında… Mahalleyi haraca kesen Kırık Ali ile yıllar sonra karşılaşıp sarmaş dolaş olduk okurken. Öyküyü anlatan alemci genç muhtemelen çok yaşlanmış, yaşıyorsa şu günlerde virüse yakalanmayayım diye kendisini evine kapamıştır. Yaşlı babacığı çoktan ölmüş, mezarı bile kaybolmuştur İstanbul’da. Ya Bekir Hoca… Hani şu nefesi güçlü, sesi gür, dini bilgisi derya deniz Bekir Hoca. Kırık Ali’yi tekme tokat dövüp terk-i diyar ettiren Bekir Hoca… Hani hoşafına votka katılıp sarhoş edilince karşısındakilere ‘Naa alırsınız cenneti!’ diye çıkışan Bekir Hoca. O da öldü muhakkak… Muhakkak öldü, çünkü öyküyü bitirdikten sonra fark ettim ki sadece Bekir Hoca’nın şahsı değil temsil ettiği samimi, sadık, prensipli din adamı tipi de çoktandır ortalarda yok. Ne oldu nasıl oldu da bundan yirmi otuz yıl önce din adamı kavramının zihnimizde oluşturduğu Bekir Hoca tipi şu anki tiple yer değiştirdi? Neden artık din adamı deyince aklımıza göbekli, gür sesli, ama ille samimi, ille sadık ille saygı duyulan adam tipi gelmiyor. ‘Alırsınız Cenneti ‘ adlı öyküde Nesin’in kalemiyle portresini çizdiği babacan din adamı tipi, Bekir Hoca ile birlikte ölüp gitmiş hasılı… . . . Derken yaşıtlarımdan birinin gönderdiği bir linki açtım o akşam. Çocukluğumuzun ‘İftara Doğru’ progamlarından birisi… Tek kanallı televizyonda ramazan akşamları sunulan yarım saatlik program. Ruhani hisler uyandıran jenerik müziği, saygıdeğer tavırlı kibar bir beyefendi olan sunucu Asaf Demirbaş, şiir gibi Türkçe ile yaptığı konuşma arasına ezberden şiirler, beyitler sıkıştıran Prof. Dr. Agah Oktay Çubukçu, karşısındakilerin bir talebeye dönüştüğü Kani karaca, Türk tasavvuf Müziği ve adeta öte alemden gelen bir sesle edilen iftar duası… Nasıl bir saygıya davet edermiş bizi. Hacı hoca takımıyla başı hoş olmayan babam bile izlerdi o programı. Ne çok şey değişmiş din dünyamızda. Bekir Hoca ölmüş. Asaf Demirbaş’ın yerini Türkçesi bozuk, ağzı kalabalık, sonradan görme gençten adamlar almış. Güler yüzlü, İstanbul Türkçesi ile şiir gibi konuşan Prof. Dr. Agah Oktay yerine adının önünde Prof. ünvanı olan olan abur cubur bir adam çıkartıyorlar. İktisattaki ikame prensibinin en son noktası… ‘İskender kebap yerine dünden kalma sade suya kapuska ye’ der gibi. Hele Şeyh Efendi diye çıkardıkları kravatlı, asık suratlı kibir abidesi bir adam var. ‘Eslemna!’ dedirtene kadar nasihat edesi geliyor insanın. Dahası Kuran kıraati bile değişivermiş şu günlerde. Arap ağzına özgü garip bir makamla, adeta bir marş gibi çeke uzata, ama tehditkar bir sesle okunuyor Tanrı kelamı. Bu değişim çok daha enteresan… Kani Karaca kıraati ile Sudeysi kıraatini peşpeşe dinlediğinizde anlarsınız ne demek istediğimi… İstanbul’a özgü, Türk ağzına özgü bir Kuran tilaveti usulü vardı. İnsana huşu veren, yürüyeni durduran, duranı pür dikkat eden, insanın ruhuna değen, belki yanlış ama Türk ruhuna hitap eden bir okuyuştu bu… O da yok artık. Bu arada fark ettirmeden Türk Tasavvuf Müziği de çıkıp gitmiş hayatımızdan. Amerika’daki bunak için bestelenmiş ağlak bir ezgi yıllardır ramazanların fon müziği olmuş. Bülbül kasidesi, Yunus ilahileri, nefesler, enstrümanla icra edilen tekke musikisi yok artık. Alt alta yazılmış cümleleri şiir okur gibi okuyan bir adam vardı. Fondaki dijital müziğe göre sesini yükseltip alçaltan, finalde ille ağlayan bir adam… Tasavvuf Musikisini verip onu almışız. . . . Bu değişim neyle açıklanır… Bugünün Türkiye’sinde din otuz yıl öncesine göre daha görünür hale geldi. Fakat din adamlarına saygı duyulmuyor artık. Ülkede adeta bir dini denetim uygulanır oldu ama geçmişin hiç bir döneminde olmadığı ölçüde dinin kutsallarına sövülüyor. Daha fazla ibadethanenin olduğu memleketimizde ibadet edenlerin sayısı daha az. Otuz yıl önce muhterem dindar yaşlılar güler yüzlü simalarına çok yakışan kısa sakallarıyla fark edilirken artık öfkeli, kavgacı, tahammülsüz, adeta şımarık çocuk tavırlı bir yaşlı takımı dolaşıyor ortalıkta… Gözlemlediğim kadarıyla insanlar birer birer değil, gruplar halinde, kitleler halinde dini inançlarını terk ediyor. Bir de İran böyle. Orada da din her yerde görünüp hiç bir yerde olmayan bir mefhum… . . . Bu milletin bin yıllık yaşamışlıkla şekillendirdiği şehirli İslam kültürü çok değerliydi. Ahlaki ilkeleri esas alan, bir iktidar aracı olmaktan uzak kalabilmiş, estetik anlayış sahibi, incelik üreten, müzik üreten, şiir üreten, mensuplarını elinden dilinden hiç kimseye zarar gelmez kılan, Yesevi’nin, Yunus’un, Hacı Bektaş Veli’nin, Şeyh Galip’in emeğiyle oluşmuş bir yaşam şekliydi bu. İslam dünyasında benzeri olmayacak ölçüde şehirliydi. Gelişimle barışıktı. Farkında mısınız o dini kaldırıp çöpe attık. Bir takım sakallı cübbeli, bir takım kendisiyle toplumla, insanlıkla uygarlıkla kavgalı, bir takım eğitimsiz köylü yapıyor din kumpanyasının reklamını. Bundan sonra da böyle olacak. Din yaşanan bir öğreti değil artık, din bir politik kimlik, din bir rol… işlevi geçince kaldırılıp asılan bir iş önlüğü…
Hulusi Üstün- Araştırmacı-Yazar