Bir çocukluk gençlik nostaljisi değil bizimkisi. Cumhuriyetin üç çeyrek asrı da insanlık tarihinde benzerine çok sık rastlanmayacak türden bir yenilenme ve barış çağıydı. Bu zaman diliminde Türkiye’de yaşanan sosyal çalkantılar da çatışmalar da ekonomik sıkıntılar da dünyanın kalan kısmıyla kıyaslandığında felaket ölçeğinde değildi. Dünya Savaşı’na girmemiştik. Sürekli bir yenilenme ve gelişme içindeydik. Osmanlı bakıyesi yeni bir hayatın dinamiğine evrilmişti. Halka ve kendisine güvenen idealist bir gençlik her alanda yenilenme gayreti içindeydi. Yeni edebiyat, yeni sanat, yeni mimari, yeni idealler, yeni ufuklar… Yüzlerce yıldır ehli devlet olamamış Anadolu’nun çocukları devlet idaresine geçtikçe yalpalasa da yoluna devam ediyordu Türkiye… 60’lı yıllara kadar tek şikayet yoksulluktandı. Sonraki yılların yoksulluğu, bugünlerde bir saadet devri olarak anımsanan mutluluk çağının yegane kekremsiliğiydi. . . . O bakımdan milenyumun getirdiği zorluklar pek bir sarstı bizim kuşağı. Savaş tehlikesi, otoriter bir idare, yabancı göçü, çarpık şehirleşmenin getirdiği zorluklar, trafik, salgın hastalık, deprem… Bunlar bizim kuşağın bildiği işler değildi. . . . Bizim Alparslan’ın eşi Sinem Hanım “Sen dur dur, dört bin yıllık medeniyet tarihi boyunca bekle ve gel bu çağda yaşamak zorunda kal ! ” diye şikayetlenince, aklıma önceki çağlar geldi. Yüz yıl önce yaşayan dedelerimizin şahit olduğu savaş acıları, muhaceret, gidip gelmeyen evlatlar, kardeşler, yangın yeri olmuş şehirler… Yüz yıl daha öncesinde fokur fokur kaynayan Osmanlı coğrafyasında eşkıyaya teslim Urumeli ile Anadolu… Ondan evveli yine deprem, yine savaş, yine salgın, kaşlara kirpiklere kadar cehalet, ilkellik… Bu toprakların gördüğü lale devri üçü beşi geçmez tarih boyunca. O bakımdan şaşırmamalı… Yüz elli yıl önce Kolera, tifo veba Rumelini kırıp geçirmiş. Kasabaların şehirlerin vergi borcu affedilsin diye saraya yazılmış istida nameleri okudum arşiv kayıtlarında. Selanik’e ‘ıssız kalasın’ diye beddua eden, ‘aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver’ diye ağıtlar yakan Mehmed’in, salgında bütün yakınlarını kaybetmiş o delikanlının öyküsünü ben yazmasam kimse bilmeyecekti. Lucy Garnet Selanik’i kasıp kavuran salgın hastalığın Müslim Mahallesini hemen hemen tamamen boşalttığını rapor ediyor İngiltere’ye. Ona göre Museviler salgından Müslim halk kadar zarar görmemişti. Çünkü her gün abdest alan Müslümanlara göre bağışıklıkları daha güçlü idi. . . . Anlamını çok bilmesek de biz Çerkes çocuklarının kulağına yer etmiş bir laftır ‘Yemın yexı’ Yemın götürsün… ‘Yemıne yewune yexı’ Yemın evini götürsün. Yemıne yewunagho yawxı ‘Yemın sulalesini sürsün.’ Yemın dedikleri XIX. yy başında Çerkesya topraklarının yerli nüfusunun en az yarısını kıran kolera salgınının adıydı. Bölgeye Ruslar tarafından getirilmişti. Bu tarz hastalıklara karşı bağışıklığı olmayan yerlileri tavuk telef eder gibi kolaylıkla kırıyordu. Öyle ki bir şekilde Rus askerleri ile karşılaşan bir yerli, bu hastalığa yakalanıyor ve onların elinden kurtulup dağların en izbe köşelerindeki köylere sığındığında hastalığı buradakilere de bulaştırıyordu. Çarın modern ordusu dağlarda kendilerinden önce ‘yemın’ salgınıyla kırılıp boşalmış köylere rastlıyorlardı. 1828’de Kabardey toprakları Ruslarca teslim alındığında sadece otuz bin kadar Kabardey kalmıştı. Yani iyimser bir hesapla her on kişiden ancak biri sağ kalmıştı. Kaybolan nüfus; kurşun, top ve kılıçtan ziyade hastalıktan yok oluştu. . . . Evet cumhuriyetin ilk üç çeyrek yüzyılını bir yerinden yaşamış olan bizler ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım o çağın huzurunu arayacak gibiyiz. Dünya bir değişim çağının köşesini döndü. Bundan sonrasını yeni kavramlarla değerlendireceğiz. Tıpkı Cervantes’in Mançalı şövalyesi Don Kişot gibi biz de yaşadığımız çağın değerlerinin top yekün anlam kaybedişine, köhneyip eskiyişine şahitlik edeceğiz. Çünkü tarih böylesi salgınlardan, büyük depremlerden ve savaşlardan sonra insanlığın yeni bir çağa başladığını anlatıyor.
Hulusi Üstün- Araştırmacı-Yazar