Sonbahar akşamları başka güzel olur kasaba sahili.. Yazın bunaltan hava artık serinletir. Doyumsuzdur akşam saatlerinde kasaba sahili. . . . Bir kaç hafta önce… Bayramcığım dünyayı terk ettikten sonra git gide seyrek adım atar olduğum kafeye çağırdı ahbaplar… Kalkıp gittim, Kalın ciltli bir kitaptan sahabe hayatına ilişkin kim bilir kimin yazdığı, beceriksiz bir edebiyatla anlaşılmaz kılınmış, arabesk ifadelerle dolu, hayalden ibaret bir sayfa okurken buldum onları. Ciddiyetle devam etti okuyan okumasına, dinleyenler alınlarını kırıştırmış anlamaya çalışıyorlardı duyduklarını. . . . Onlar okurken az ötedeki sitenin duvarından sarkan at kestanesi ağacını seyrediyordum. Çiçeklerini dökmüş, tül tül dalları kalmış Gülibrişim ağacını. Tatlı hışırtılarla kıyıyı döven denizi ve lacivert ufka dökülen mehtap aydınlığını. Yıldızları… . . . Onlar okurken aklımdan geçiriverdim işte. İçerinden birinin hemoroidinin olduğu yürüyüşünden anlaşılıyordu. ‘Bak!’ demek istedim ona. ‘Şu at kestanesi ağacının meyvelerini zeytinyağında bekletip ezsen, sonra da sorunlu bölgeye sürüversen kurtuluvereceksin hayatını zehir eden o illetten.’ Kafede oturanların en az yarısı o dertten kim bilir neler çekiyor, ama hiç biri yanıbaşlarındaki ağacın meyvesinin ne işe yaradığını bilmiyordu işte. . . . Ya Gülibrişime ne demeli… Yaprağını çiçeğini kaynatıp içseler nargileden zifiriyle dolu ciğerleri temizlenecekti. Ama koca sahilde Gülibrişimi tanıyan benden başka bir tek Allah kulu olmadığından emindim. . . . Ya deniz… Vakti zamanında dört yüz çeşit deniz mahsulü çıkarmış bu sulardan. Yirmi tanesinin adını sayana ceketimi veririm. Çoğu haram diye ağzına koymaz, dedemiz deyip övündükleri Fatih’in sofrasından eksik olmayan karidesi, kalamarı, midyeyi, istiridyeyi. envai çeşit deniz sebzesinden haberdar değillerdir. . . . Ya mehtap… Mehtabı anlatan şarkılar söyleyemez bunlar şimdi diye hayıflandım içimden. şiirler de okuyamazlar mehtabı anlatan… romanlarda mehtap, öykülerde mehtap… . . . Ya yıldızları… Selda’yı, Süreyya’yı, Zühal’i… Komşu kızı mı sanırlar acep. . . . Teker teker göz gezdirdim tanıdıklarıma. İçine karanfil katılmış ayva kompostosu içmemiştir bunlar. Kişnişin ne işe yaradığından haberleri yoktur… Evora’yı tanımazlar, bir enstrüman çalamazlar, Türkçe’den başka bir dilde kendilerini anlatamazlar. Bir sinema yapıtı ya da edebiyat eseri hakkında konuşamazlar. Çoğu bir romanı ya da bir öyküyü okuyup bitirmemiştir. Sanattan anlamazlar, spor yapmazlar… İnandıkları kitaptan bir tek cümleye mana veremezler bunlar… ama bir çoğunun bıçak sapı gibi siyasi doğruları var. hepsi okey oynar… Bir de menkıbeler anlatırlar eski zaman adamlarına dair. Üçüncü dedelerinin adını bilmez ama Yavuz’a, Hamid’e, Enver’e taparlar. . . . ‘Hadi dedim, okuduğunuz saçmalık bittiyse iki el tavla atalım !’ Küstüler… . . . En az üç asırdır yanlış metinleri okuyor dünyanın bu tarafı. yazanın emeğine, okuyanın göz nuruna, kağıda, mürekkebe yazık ciltler dolusu hezeyan. . . . Her biri bir derde deva türlü çeşit nebatı, her biri yaratıcının güzelliğine ve gücüne ilişkin izler taşıyan canlıları, gökteki yıldızları, şarkıları, şiirleri, matematiği ve sanatı konu etmeyen ciltler dolusu kitap, kitap kitap… Üç yüz yıldır anlayamadığını anlamak için ısrarla okuyor gelen her nesil: Okudukça ışıkları azalıyor. Okudukça yabancılaşıyorlar hayata. Okudukça sürüye dönüşüyorlar. Ama yılmıyor, ısrarla okuyorlar. . . . ‘La Tekra !’ desem küfrüme hüccet edip üstüme yürüyeceklerdi. Neme lazım, eve döndüm… Bu kış da bizim oğulcukla yarenlik edeceğiz anlaşılan. . . . Okudukları kitap diyordu ki; Peygamberle birlikte yürürken onun çevresinde halkalar çizerek yürürmüş Ebubekir. Etrafında döne döne ilerlermiş. Peygamber sormuş; ‘Neden böyle yürüyorsun ya Ebubekir ?’ İki cihan güneşine sevdalı o geniş yürekli mübarek demiş ki, ‘Sana sağından bir tehlike gelir diye sağından yürüyorum, sonra solundan bir tehlike gelir diye soluna geçiyorum, sonra arkandan bir tehlike gelir diye arkanı dolaşıyorum, sonra önünden bir tehlike gelir diye önüne atlıyorum ya Resulullah.’ . . . Hulusi ÜSTÜN