Yanıbaşımızda ne hayatlar var, gözlerimiz kapalı. Bugün Selimpaşa’da 220 Doğu Türkistanlı çocuğun kaldığı yetimhaneyi ziyaret ettik. Anayurtlarında dilleri yasak, kültürleri ve dinleri yasak. Gençleri alınıp Çin içlerine götürülüyor. Yetişkinler toplama kamplarında. Zoraki akrabalıklar kuruyorlar Çinlilerle. . . . Soluk alıp vermek için kaçabilecekleri bir yer yok. Teknelere binip geçebilecekleri bir selamet sahili yok. Ülkeleri demir perde ile çevrili. Bir şekilde yurt dışına çıkabilenlerin aileleri tutuklanmış. Bu yurttaki çocukların otuzu hem öksüz hem yetim. Diğerlerinin aileleri tutuklu. Birbirlerine kenetlenmiş ve benim kasabamın kıyısında bir koloni oluşturmuşlar. Türkiye’ye son on yılda otuz bin kadarı sığınmış. Ortadoğulu ya da Arap olmayanın soydaştan, dindaştan, mazlumdan, göçmenden sayılmadığı Türkiye’ye… İkametleri yok, çalışma izinleri yok. . . . 34 yaşında, bizim Orta anadolu insanına benzeyen esmer adam konuşmasaydı kahrolmayabilirdim. Evime dönüp unuturdum onları. Ama dedi ki o adam bana… ‘İşin en kötü tarafı ne biliyor musunuz?’ ‘Yaşadığımız sürece hiç bir şeyin bizi mutlu edemeyeceğini, hiç bir yeniliğin bizi mutlu kılmaya yetmeyeceğini biliyoruz ya… işte o en kötüsü.’ ‘Evet… Hiç bir şey, ne para kazanmak, ne ev ocak sahibi olmak, ne baba olmak… Hiç bir şey bizi mutlu edemez.’ ‘Çünkü on dört yaşımda ayrıldığım ülkemde bıraktığım kardeşlerim, ana babam ve akrabalarımdan hiç birisinden yıllardır haber alamıyorum. Öldüler mi? Yaşıyorlarsa ne şartlar altında tutuluyorlar, bilmiyorum. Öğrenemeyeceğim.’ . . . Görünüz onları. çünkü bakmak, baktığını görmek, gördüğünü fark etmek, fark ettiğini bilip el uzatmak insan olmanın gereğidir.