Göçü kabul eden tarafın fedakarlığı konu edilir fakat göçmenin yaşadığı zorluklar çok da fark edilmez.
İnsanlar ata topraklarını sebepsiz terk etmediler tabii.
Yeni bir diyarda yaşam kurmaya çalışmak ilk neslin hayatına ikinci neslin kimliğine, üçüncü neslin karakterine mal olur.
Göç, hicret, sürgün, mübadele…
Bunlar kuşaklar boyu sürecek etkiler bırakır toplumların üzerinde.
Hem gelen, hem de kabul eden tarafta.
Biz işte bu etkilerin iyi hesap edilmemesinden yakınıyoruz.
Yoksa mazluma yardım edilmesinden rahatsız olduğumuz yok.
. . .
Evet göçmenler arasında ‘iyi ki Suriye karıştı da Türkiye’ye gelmek durumunda kaldık’ diyen ve Ortadoğu bataklığından uzaklaşmış olmaktan dolayı mutlu olan küçük bir grup var.
Yeni hayatlarından son derece memnunlar ve Suriye’de geçirdikleri güzel günleri bile hatırlamak istemiyorlar.
Memleket, millet, vatan şuuru olmayan bir kitle…
Fakat bu küçük grup asıl kitleyi görmemize mani olmamalı…
. . .
Ne olursa olsun yurduna dönmek isteyen, hayati tehlike dolayısıyla dönemeyecek olan, çok zor şartlarda yaşayan, çok ağır şartlarda çalışan, eğitim alamayan, hakarete uğrayan, itibarını, sağlığını, moralini kaybeden binlerce insan var.
Bunlar arasında beni en çok yaralayan İstanbul’da bir açık rögar kapağından atlayıp intihar eden 36 yaşındaki Amir adlı baba idi.
Bir erkeği açık rögar kapağından içeri atlayıp intihar etmeye mecbur kılan ıstırap ne idi.
. . .
Yıllarca göçmenler ve sorunlarıyla uğraştım.
Benim gözümde insan soyunun yaşayabileceği en büyük ıstırap yurdundan çıkartılmaktır.
Fakat Sakarya cinayeti bu acının en korkunç görünümü…
. . .
Her şeylerini kaybettiler.
Yurtlarını, yuvalarını, dünya malı namına sahip oldukları her şeyi, akrabalarını, dillerini, şarkılarını, çocuklarını, geçmiş ve geleceklerini…
Bugün Sakarya’da bir canavar tarafından başı taşla ezilerek öldürülen 7 aylık hamile kadın ve on aylık oğlu, bir göçmenin ederini ortaya koyması açısından acı verici bir örnek.
Düşündüm…
Ne verdim onlara da neyimi aldıkları için şikayet ediyorum…