“ ÖNCE ERDEM ÖLDÜ, SONRA ŞAİR, SONRA ŞİİR ”
Olup biten her şeyin şahidi benim. Gözümün önünde başlayıp bitti her şey. Yağmur yağmaz olup sular kirlendikten sonra, kıyı yosun, sokak çöple dolu iken, şehir hiç olmadığı kadar kalabalık ve hiç olamayacağı kadar ormana dönmüş iken erdem öldü önce.
İnsanlar mesai başındaydı. Çalışmayanlar televizyon seyrediyordu. Televizyonda iki program vardı, birinde yoksullara erzak taşımaktan yorulmuş bir adam menopoza girmiş dul kadınlara görücülük yapıyordu, diğerinde en yalancı senaristin filmi oynuyordu. Başroldeki kızın yüzü çiçek bozuğuydu aslında, jön ise gerçekte eroinman.
Çocuklar itaat etmiyor, genç kızlar utanmıyordu çoktandır. Yaşlılar dua etmeyi bırakmıştı yıllar önce, tespihlerini koydukları yeri unutmuşlardı. Konu komşu birbirine selam vermiyor, akrabalar birbirini tanımıyordu. Sigara yasaklanalı kahvehaneler de boşalmıştı işin kötüsü. Bir bardak çayın sıcağında ısınıp sohbet etmeyeli aylar oluyordu. Nusret Özcan giderken sohbeti de götürmüştü kefeninin içinde.
Yunus’un garibi misal, kimsecikler fark etmedi erdemin öldüğünü. Aradan üç gün geçti ama yine kimsecikler duymadı. Soğuk su ile de yumadılar erdemi. Önce erdem öldü, hatip verecek öğüt bulamadı, muharrir yazacak söz bulamadı.
Erdemin gidişini bir şair fark etti bir de ben. Böyle olacağını biliyordum sanki, üç yıl önce çekilmiştim kasabama. Başucumda ölü şairlerin divanları vardı. Babam felçli, amcam ölüm döşeğinde, Abuleyl doksanlı yaşlarını sürenleri ziyaret eden meleği bekliyor şimdilerde. Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm.
Çıktım, başından itibaren gördüğüm, şahit olduğum her şeyi anlattım rastladıklarıma. Şahitliğim muteber sayılmadı, hem ceza kanunu bağlamında 32. maddeden mazur, hem vesayete muhtaç bir deliyim ben. Bu ırsi marazdan dolayı menfi edildim maviliğin içinde bir kasabaya. Yedeğimde yadigarlar, terkimde kocamış dostlarla Yesrib’e girer gibi döndüm memleketime.
Kimseler dinlemese de söylediklerimi, benim gözümün önünde olup bitti her şey. Erdem öleli şairler konu bulamaz olmuştu. erdem ölünce aşk unutulmuştu. Şair neyi yazsındı? Hasreti internet bitirmişti, sevdayı cüzzam. Kış aylarında kar yağmıyordu artık, baharlar eskisi gibi aylarca sürmüyordu. Sümbülü, Şebboyu, Nergisi tanımıyordu çocuklar. Vatan deyince göçmen vizesi geliyordu akla, millet deyince Taksim ile Çağlayan Meydanı. Şaire yazacak konu kalmamıştı.
Yüreğini mesken tutan Kerem, Yusuf ve Kays’ın gidişine dayanamamış olmalı Şair. Ulu gök, açık deniz gibi gönlü boş kalmıştı işte. en çok şimdi uzaklardaydı kalbi. Bir taze haber de yoktu ümit bağladığı küçük çocuktan. Madem kalmamıştı erdem, bir şaire yakışır ölümle ölmeliydi şimdi. Avuçlarının içi terliyordu, doktorlar anlamıyordu derdini. Tıp Mektebinde sevda illetini okumamış doktorlar onu tüketen hastalığı kanser sanıyordu. O da kimseciklere söylemiyordu işin aslını.
Daha fazla dayanamadı bu cehennemi yaz sıcağına. Bir şaire seksenli yaşlar yakışmazdı. Hele unutmak, hele muhtaç olmak hiç olmazdı. Şiir gibi terk etmeliydi bu dünyayı. Çünkü şairin en güzel şiiri ölümüydü. Madem erdem yoktu, son şiiri söyleyip bırakmalıydı soluk alıp vermeyi.
Şair öldü. Bir daha ölmemek üzere öldü. Bundan sonra ellerindeki çoban sopalarıyla boş tenekelere vuracaklar şiir adına. İçinde aşk, ufuk, hasret olmayan, içinde erdem olmayan sözlerle şiir inşa edemeyecek insanlık. Hiçbir söz, erdemi tarif etmeyecek eskisi gibi.
Şair ölünce şiir de öldü. En çok acı veren de bu aslında. Dijital dünyada şiire yer yok. Oysa şiir uygarlığın aktığı mecra idi. Maddeyle sevişen insanlığın ruhunu koruyan sözler idi. Duyunca içimizi ürperten, bize var olan her şeyin günün birinde “ keenlemyekün! ” olacağını hatırlatan, bu dünyadaki varlığımıza misafir edebi katan efsun idi. Hicabını ancak şaire açan o sözden, duyuştan, histen ibaret dilber eşinin ardından ölen bir turna kuşu gibi yumdu gözlerini hayata, yumdu sözlerini kulaklarımıza.
Şair son kez öldü hepimizin yerine. Erdemin son çağına dair yazılmış şiirler kaldı ondan geriye.
Hulusi Üstün