Dün Harbiye’de kanatlı atlara binip Kaf Dağı’na doğru uçtuk. Gece ılık, ay karanlık… Sırtımızda keçe yamçılarımız, belimizde gümüş kemerlerimiz, başımızda doğmamış oğlak derisinden kalpaklarımız… yoktu… . . . Dün… kah vuruşmanın coşkusunu, kah dağlarımızı anlatan, Masallar çağını, savaş zamanını, yok olmamak için tırnağımızı geçirdiğimiz milenyum zamanlarını anlatan şarkıları koca salonda kaç kişi anladı… Kaf Dağında at koşturan yaşlı bir çobanın yamçısına benzeyen sert, koyu, karanlık bir hüzün çöreklendi içime. . . . Türkçe’ye dili dönmeyen bir annenin çocuğu olan kuzenim ‘içim kan ağlıyor, deyince… ‘Ha desem anlayacağım sanki, her kelime tanıdık ama hiç bir şey söylemiyor bana…’ Anasının dilini bilmeyen insanlar alkış tuttu ya Dzibe’ye. . . . ‘Söylediklerimi zihninizle anlamadığını fark ediyorum içinizden bir çoğunun… Kalbinizle anlıyorsunuz ya… Kalbiniz de unutmamış ya bizi… Dağları karlı yurdumuzu… Suyu berrak derelerimizi… kayalarımızı… dağ doruklarına çıkan patikalarımızı…’ dedi Dzibe. . . . Adigeler yaşıyor o toprakta… Onlara Çerkes diyor başkaları… Gökyüzüne gülümseyerek bakıyorlar… Atalarının yurdunda yaşıyorlar. Çoktandır barut kokmayan… Kurşun sesinin yankılanmadığı dağlarda şimdi Yeni yuvasına inen gelinler ve doğan çocuklar için gökyüzüne silah sıkıyorlar. . . . Ya burası… Hiç barut kokmayan, hiç silah sesi duyulmayan evlerimizin köşelerinde oturan yaşlılarla birlikte seyrekleşti, seyrekleşti ve bitti Çerkes dili. O dil artık sadece zihni demansa uğrayan yaşlılarımızın dili. . . . Anadolu coğrafyası, Balkan Dağları, Arap çölleri yüz elli yıl içinde bu dile mezar oldu. Atayurt… orası da farklı değil… Tanrı neden, hangi cürmünden dolayı gadretti kim bilir, Dünyanın son şövalyelerine… Bilmem ki neden onlara, ‘Hiç var olmamışçasına yok olun’ dedi. . . . Dzibe şarkı söyledi dün gece… kulaklarımız suya hasret bir saksı çiçeği gibi emdi her bir heceyi, her bir sesi… saksı çiçekleri gibi… Hiç bir kültür serada sürdüremiyor varlığını… Bu dil yurduyla, toprağıyla kaim… kuşların şakıyışı, derelerin çağıltısı gibi… . . . Sigum desxajiri tawura bjez’ans ! Yüreğimde sakladıklarımı nasıl anlatsam sana ey okuyucu… Kederden ibaret bir miras bu. Ki bizim nasibimize düşen en kötüsü belki. Son sesleri susuyor bu kadim dilin. Son varlıkları kayboluyor, Son gölgeleri uzuyor… . . . Dedim ki Dzıbe’yi dinlerken yüreğimden… Tanrı’m… Senin uğruna ne çok şeyden vazgeçti onlar… Ne çok acı çektiler, ne çok kırıldılar. Öyleyse neden, sana ittiba edene vaad ettiğin barış ve zaferi hiç tattırmadın onlara. . . . Geçmişin defterinde yazıyor her şey… Özgürlük için vuruştular, yenildiler, kırıldılar… bir avuç kar gibi kaldılar… Gözümüzün önünde şıpır şıpır eriyorlar, . . . Dün Kaf Dağı’nın kadim sesi ile birlikte şarkılar söyledik. kanatlı atlarımıza binip süzüldük bulutların üzerinden, sırtımızda Çerkeskalarımız, belimizde savatlı kemerlerimiz, gümüş kamalarımız, içi geyik kılı ile dolu çift çıkmalı eyerlerimiz… yoktu. Benim yüreğimde Dzibe’nin söylediklerini anlıyor olmanın acısı vardı, diğerlerinin yüreğinde onu anlamıyor olmanın kederi… . . . Adiyagha ! Di adiyagha dışe ! Di Adiyagha lhape ! Sineutleu… dunaym yıujce mafemc’e wupsou ! Wui maakre, wui maqamre, wui jıalemre, wui tlıjıxemre, xabzemre, şenıghemre… dunayım yıujce mafemc’e wukhana !