Dünyaya dair ilk keşiflerimdendir kitap. Hatırı sayılır sayıda kitabın olduğu bir evde doğdum. Kendimi bildim bileli başımı çevirdiğim her yerde, elimin altında, masanın üstünde, yatağın başucunda, duvarda, sehpada kitap gördü gözlerim. Dokunmaya dair ilk hazzımı kitap ciltlerinden, kuşe kâğıtlardan, tezhipli sayfalardan aldım. Sevdiğim bir yemeğin kokusunu içime çeker gibi çektim eski kitapların kokusunu, yeni kitapların kokusunu… Hiçbir işten kütüphane düzenlemek kadar hoşlanmadım. Hiçbir armağana kitap kadar sevinmedim.. Okula başlamadan okuma öğrendim, daha sonraki yıllar hep okudum, okudum…
İki kapağın içinde benzersiz maceralar, bambaşka dünyalar, farklı hayatlar saklayan kitaplar yaşıtım arkadaşlardan, başka uğraşlardan hep daha ilerde oldu. Kendisine gelen hediyenin hayvanla ilişkisi yoksa kaldırıp çöpe atan oğulcuğum gibi benim nazarımda da hediye ve miras kavramlarının çağrıştırdığı tek şey kitaptı.
Belli bir disiplin içinde okumuyordum. Henüz ilkokul yıllarında ağır aşk romanlarını da siyasi makaleleri de doyduğunun farkında olmayan bir kır tavşanı gibi öğütürcesine hazmediyordum. Okuyor, dönüp tekrar okuyor, tekrar okuyordum.
Anne babam, sokağa çıkmayan, gezmeyi kabul etmeyen, başka bir şeyle ilgilenmeyen çocukları için endişe ediyordu artık. Okumalarımın kontrollü olmasını sağlamaya çalıştılar önce, akrabalar gönderdiği kitapların üzerine ‘daha az okumamı’ tavsiye eden notlar yazdırdılar. Çare olmadı.
Her hangi bir yerde, yatarken, otururken, sallanırken, yemek yerken okuyordum. Kapağını açıyor ve okuduğum kitabın içine düşüyordum. Masallar, öyküler… Polly İmdat! Afacan Beşler, Jules Verne, çizgi romanın her çeşidi, derken Vasconcelos… Onun jargonuyla konuşacak olursak onun bunun çocuğunun tekiydi Vasconcelos. Bana Hüznü sevdirmişti…
Keşif çağım, buluğ çağım ben kitap okurken gelip geçti. Hemen her konuda söyleyecek sözü olan bir adama dönüştüm. Bulunduğum yerde bilgimle dikkat çekiyordum. Bilgisayar arama motoru yokken ben vardım.
Öğrenciliğim boyunca büyüyen kitaplığıma evlendikten sonra da yüklü eklenmeler oldu. Vefat eden yakınların kitapları bana kalıyordu. Sığdıracak yer bulamadığım için dönem dönem eleyip eksiltmeme rağmen kitaplar çoğalıyordu. Kitapları sürekli çoğalan, öğrenciliği boyunca tüm harçlığını kitaba yatırmış bir kızla evlenmiştim. Bu iki servetin birleşimi görkemli bir hazineye dönüşmüştü. Hırka-i Şerif’teki nohut oda bakla sofa dairenin dört duvarını kütüphane ile kaplamıştık. Bostancı’da, her köşesini mutlulukla andığım evimizin de bir odası dört duvar kitapla çevriliydi. Evlendikten sonra bizi okumaktan alıkoyar endişesi ile televizyonu kaldırmıştık. Kitapları eşimle birlikte okuyorduk, her kitap üzerine konuşuyor, yorumluyorduk.
Okuduklarım zihnimden taşmaya başlayınca ben de yazmaya başladım. İlk kitabım yayınlandığında yirmi bir yaşındaydım. Yaşıtım kuzenimin zamansız kaybını yaşadığımız günlerdeki sorgulamalarımı konu eden bu kitaptan sonra derleyip toparladığım eskiye ilişkin hatıraları yazmaya koyuldum. Yaşım otuz olduğunda sekiz kitap, birkaç yüz makale, bir sürü ödül, yığınla takdir sahibi bir genç yazardım.
Sonra baba ocağına dönmek zorunda kaldım. Belki bir gün etraflıca anlatırım bu dönüşün öyküsünü. Türkiye’nin önemli yayınevlerinden birinin bayan editörü ile yaptığım bir konuşmadan sonra birilerine mensup olmayınca muvaffak olunamayacağı gerçeğine teslim olup kalemi bıraktım. Mensup olacaksın, eyvallah diyeceksin, tabasbus edeceksin… Allame-i cihan olsan sevgilisine mektup yazmamış bir editörün algısı değerlendirecekti seni. Bir yerlerde adımdan bahsedilmesi uğruna böylesi bir zahmete girmek kudretimi aşardı. Adam hem sanatçı hem Çerkes olunca beceremiyor bu işleri. O günlerde kalemimin benim hafızasını yitirmiş halkıma ruh üflemeye yetmeyeceğini de anlamıştım. Bir başıma çıktığım kasabama eşim, çocuğum ve bir koca kamyon dolusu kitap ile geldim. Sade kitap mı? Adam öleli yirmi sene olmuş yazısını saklamışım, adam yirmi sene önce hayatımdan çıkmış hediye ettiği dergiyi saklamışım. Kupürler, kupürler, kupürler… ilkokul arkadaşlarımın mektupları, okuduğum ilk romanlar, karıştırdığım ilk dergiler…
Sarmaşıklı evin üst katını tamamen kitapla doldurduk. Meşakkatli, fakat keyifli bir uğraşıydı bu. Yaz geldiğinde üst katın balkonunu boydan boya kapayan ıhlamurun kokusu eşlik etti okumalarımıza. Yine birlikte okuyorduk. Küçük kızımın izin verdiği kadar, onun sıkıldığı yere kadar.
Sarmaşıklı ev müteahhide verilip yerine Hukuk ofisimizin bulunduğu apartman dikildiğinde bu kez büroya uygun, duvardan duvara kütüphanemizi yaptırdık ve kitaplarımızı buraya naklettik. Tüm kitapları evimize sığıştıramayacaktık. Ofisin iki odası da kitapla dolduruldu, kapısını çektik çıktık.
Bu durum beş yıl boyunca devam etti, beş yıl boyunca ben evimde, kitaplar ofisteydi. İhtiyaç oldukça alıp eve getiriyor, incelenen kitapları tekrar ofise taşıyorduk. Bu arada çoluk çocuk büyümüş, on yaşını deviren kızımın da hatırı sayılır bir kütüphanesi oluşmuştu.
Bu beş yıl içinde düşük yoğunluklu kitap varlığıyla yaşamaya alışmıştım. Yazın nerede tımtımcık orada Fatmacık gezip dolaşıyor, kışın da eş dostla tavla oynuyordum. Kitapsızlık ortak paydasında bir araya geldiğimiz arkadaşlarla incir çekirdeğini doldurmayan konularda saatlerce konuşuyor, okuduklarımı zevkle unutuyor, kitaplarımı keyifle ihmal ediyordum. Konuşurken karşımdaki adamın anlayacağı sözcükleri kullanmaya çalışıyor, basit düşünmek, basit anlatmak, yüzeysel anlamak, derinliği merak etmemek konusunda gayret gösteriyordum.
Bu zaman zarfında daha belirgin konularda okumalar yapma imkanı vardı. Çocuklara daha fazla zaman ayırma imkanı vardı. Misafir ağırlıyorduk, misafir ağırlıyorduk, misafir ağırlıyorduk. Yanımı yöremi toplayacak birisi olduğunda yemek yapabiliyordum. Film seyrediyordum, internette zaman geçiriyordum. . Bu yaşıma kadar pek süfli bir iş bulduğum okey oyununu bile öğrenmiştim. Yeni bir arkadaş edinemiyordum ama çocukluk arkadaşlarımla yeniden görüşmeye başlamıştım. Mutluydum galiba.
Derken, Refik Amca’yı son ziyarette onun kitaplar arasına gömülü yatağını görünce beş yıldır ihmal ettiğim, beş yıldır kapağını açmadığım kitaplarımı özlediğimi fark ettim. Ne şiirsel bir manzara vardı Teşkilat Refik’in odasında. Okuya okuya kocamış bir aksi adam ve okuna okuna eskimiş kitaplar… hani hafif bir deprem olsa duvar dolusu kitabın altında kalacak, ölümlerin en güzeli ile ölecekti Refik Amca. Özendim onun odasına ve konuyu eşime açtım. Kitapları eve getirsek iyi olur muydu ki? Gözleri parladı, kendi yaşam alanımızı istek ve ihtiyaçlarımıza göre düzenlemenin en doğrusu olacağını söyledi. Bu söz üzerine evin her bir yanını değerlendirip en uygun yer olarak salonu seçtik. Yeni kütüphanenin ölçülerini verdik, hafta sonu montajı yapıldı. Salon duvarını kaplayan altı metre eninde iki buçuk metre yüksekliğinde dokuz raflı bir kütüphanemiz oldu.
Ertesi gün bizim Alparslan, Başkan Fatih, Yılmaz ve onların hatırını kırmamak için gelen üç delikanlı ile birlikte ofisteki bütün kitapları eve taşıdık, gece boyu yerleştirilmesi ile uğraştık. Belki yarısını sığdırabildik, yarısı salonun ortasında kaldı. Bunca kitap ne olacaktı?
İki kirpiğim birbirine değmeden sabahı ettim. Ne mali hülyalara daldı zihnim… İşte bütün ömrümün semeresi birkaç bin kitaptı, onları okuyarak geçirmiştim çocukluğumu ve gençliğimi, orta yaşımı da onları okuyarak geçirmek üzere evime almıştım yeniden. Oysa okla yayın zamanı geçtiği gibi kitabın da zamanı geçmişti artık. Bilgisayardan ulaşılamayan hiçbir bilginin kıymetinin kalmadığı bir çağdı bu. Koca ansiklopediler bir çipin içine sığıyordu işte. İnternetten bulduğum kitap sever arkadaşlar bu devrin Don Kişotları idi. Neylemiş, ne halt etmiştim ben…
Onlar yokken zihnimin ne kadar rahat olduğunu fark ettim. Onlar yokken sıkılmaya zamanımın olmasının ne büyük zevk olduğunu düşündüm. Çocukluğumdan beri okumamı, ama bütün zamanımı okuyarak geçirmemi telkin eden babam geldi aklıma. ‘Boş iş bunlar… Gelişimine yardımcı olmayacak kitapları okuma… Siyasi kitaplar yalan söyler, dini kitaplar gereksizdir. İnanıyorsan Kuran oku, edebiyat, şiir sanat tamam belki ama onların da seni hayattan koparmalarına izin verme. Okuyan değil yaşayan ol. Delikanlılık, deli yaşamanın çağıdır, okumanın değil !’
Babam bu uyarısında da mı haklıydı yoksa… Onca okudum da ne oldu? Ne işime yaradı tarih ciltleri, divan şiirleri, Fars dilinin incelikleri, mitoloji, sanat, siyaset, tasavvuf klasikleri… Bugünkü aklımla fetvasına uyup burnumu kaşımayacağım hocaların kitapları, adı sanı unutulmuş kişiliklerin biyografileri…
Mevcut müktesebatıyla Kapıkuleden ötede tuvalete gidemeyecek hukuk adamlarına dert anlatmamı mı kolaylaştırdı bu kitaplar. Okuduklarımın hiç birini okumamış idarecilerin uygun gördüklerini bozmama mı yaradı… görüştüğüm adamların sığlığını, karşılaştığım problemlerin basitliğini, izlediğim filmlerin yanlışlığını, politikacıların iki yüzlülüğünü, dindarların riyasını, dinsizlerin cehlini fark ediyor olmanın ıstırabından başka ne kazandırdı?
Kırkıncı yaşım bir kez daha doğruladı babamı. Hani artık beni anlayacak olsa yanına gidip ‘afedersin!’ diyeceğim. ‘Afedersin bu kırk yıl için…’ Heyhat onun da hafızası zayıfladı, oturduğu yerden kalkamayan alil bir adam oldu, anlayamayacak beni…
Nasıl ürktüm, nasıl rahatsız oldum. Her bir sayfasına, her bir satırına göz nuru döktüğüm, satırlarının altını çizdiğim, belli paragraflarına mim koyduğum kitapları gecenin bir saati kapının önüne yığıp ateşe vermek geçti aklımdan. Bunu edebilsem ne kadar rahatlayacaktım, ne kadar huzura kavuşacaktım… ‘Vel asr,’ dedim… ‘vallahi ene fil husr !’
Çok zaman önce fark ettim zamanın adamı olmayı ıskaladığımı… ‘Fuzuli, devran daima muhaliftir sana, galiba, erbab-ı istidadı devran istemez’ dediğine göre eski bir dert olmalı bu. Gen, kültür, eğitim, aile derken kimileri kemik, kimileri jöle oluyor. Rahmetli dostum Hikmet ‘Kulli zamanun ila ricalun, külli ricalun ila zamanun!’ derdi. Her zamanın adamı, her adamım bir zamanı var gibi bir şey…
Zamanla barışmalı… tutuşturmalı bir ucundan bu kitap dağlarını. Necip Fazıl gibi ‘Yandı kitap dağlarım…’demeli. Onun yetindiği bir tek kitap ile yetinmeyi bilmeli…
Sonra toprak yollarda yürümeli, metruk mescitlerde dua etmeli, ağaç gölgelerinde yatmalı. Oğlumla elim sende oynamalı, kızımla şarkı söylemeli, eşimle yemek yapmalı. Zülice Teyze’ye telefondan mesaj göndermeyi öğretmeli, balığa çıkmalı, güneşi karşılamalı bir kayığın içinden, tavla oynamalı.
Demem o ki kırk seneden sonra fark ettim, kitap okumamalı.