Hafızasında binlerce yıllık hatıralar saklayan, üç asır önce iktidarını kaybetmiş, hareket kabiliyeti her geçen gün azalan yaşlı bir bünyeye benzer dünyanın doğusu… tarih en çok bu bünyede tekerrür eder. Zaman en çok bu bünyede maraz çıkartır. En büyük sorunu zamana uyamamaktır, en büyük sorunu hatıralarını kutsamaktır, en büyük sorunu geçmişin içinde yaşamaktır.
Doğunun iki asır önce Batılı mürebbiyelere teslim edilmiş evladı olan Türkiye, dili ile tamamen, etnisitesi ile kısmen şarkın merkezine ait olmasa da bu ülkenin hafızası ve dinamikleri büyük ölçüde doğuya aittir. Bu nedenle gözyaşı bu topraklarda merhamet uyandırır. Tıpkı İran’da olduğu gibi bu coğrafyada da ağlayan bir ihtiyara merhamet dilenen, yüreğinden şefkat taşan bir hazret olarak bakılır. Gözyaşının, yasın, matemin kutsandığı iki topraktan biridir Anadolu… Yazmak yerine ağıt yakılır burada… okumak yerine dinlenilir, seçmek yerine uyulur…
Dünyanın batısında olsa, derdini anlatırken ağlama krizlerine giren bir adama bilimin gerektirdiği psikolojik teşhis konulur ve tedavisi için yollar aranırdı. Hiç kimse onun karşısına oturup anlattıklarından mana çıkarma arayışına girmez, gözyaşında bir hikmet aramaz, ona teslim olmaz ve onun gibi olmak istemezdi.
Ama bu topraklarda gözyaşının yitirdikleri eşleri için döktükleri yaşı küçük cam şişelere koyup aziz bir hatıra olarak saklayan Urartulardan beri sosyal ve tarihi bir değeri vardır. Gözyaşı vicdandır, gözyaşı merhamettir, gözyaşı Kerbeladır, gözyaşı davettir.
. . .
‘Ağlayan adam’ üç asır önce yitirdiği iktidarına yas tutan Şark’ın timsalidir. Onun karşısında oturup gösterdiği hedef uğruna çocuklarını, servetlerini, emeklerini feda eden insan kalabalığının gösterdiği refleks ise Şark’ın içinde bulunduğu demans hali. Doğu işte bu adamlar kadar gafil ve acizdir, doğu işte bu adamlar gibi zamana mugayirdir. Doğu işte bu adamlar gibi kullanılmaya müsaittir.
Yakın vadede iktidarını tekrar kazanamayacağı ortada olan doğunun mirasını paylaşmak için iki asırdır aktif uğraşılar içindeki batı, zamanın kendisine sunduğu imkanları kullanarak şunu fark etti ki bu mirastan istifade etmek için batılının kanını ve emeğini ziyan etmenin gereği yoktur. Bu yaşlı ve hastalıklı bünyenin vesayet altına alınması mirastan istifadenin en kestirme yoludur.
İşte bu sebeple ‘Ağlayan Adamı’ ağuşuna aldı.
. . .
Doğunun karmaşık hafızası bu himaye ilişkisine ait hatıralarla doludur oysa… Osmanlı kendisine bağladığı Kırım’ın Han ailesini başkentinin dibinde bir çiftlikte himaye eder, Tatar tahtı boşaldığında kendisi tarafından yetiştirilip himaye edilen yeni Giray’ı Kırım’a yollardı.
Kuzey Kafkasyalı kabileler kendi aralarında savaşmamanın kestirme bir yolunu bulmuşlardı. Soylu aileler çocuklarını ‘amanat’ olarak birbirlerine teslim eder, hem dostluğun nişanı hem de rehin olmak üzere yanlarında tutarlardı. Çarlık, onların bu geleneğini kullanarak Kafkasya’yı işgal etmişti. Her soylu aileden bir kaç çocuk Rus’un Kadet okulunda okur ve anayurdunu işgal eden ordunun içinde görev alırdı.
Adına destanlar yazılan Şamil’in oğlu Cemalettin’in öyküsü benzeri bir başka hatıradır. Beyazıt’ın kardeşi Cem’in öyküsü de…
Tarih’i binbirgece masallarından, mitolojiden ayıran çizgi, geçmişle geleceğin arasına çizilen işte bu ‘paralel’ çizgidir.
. . .
Şarkın muktedir olduğu çağlara ilişkin hamaset öyküleriyle büyümüş inançlı ve temiz niyetli Anadolulu, kendilerine bu hamaset öykülerini ağlayarak anlatan ihtiyara inanıp yardım ederken ihanet duygusundan mağrip ile maşrık arası kadar uzaktı, ama uyku tutmuş bir çocuk kadar da gafil…
Gafildi… çünkü bin yıl önce Asya bozkırında at sülerinin peşinde gezinen dedeleri hiç bir soyut kavramı tanımıyordu. Tek heceli fiillerden oluşan bir dil kullanıyorlardı. Karşılarına çıkıp kendilerine kimsenin nice olduğunu bilmediği tanrıdan bahseden, yaşarken ve öldükten sonra sonsuz bir huzur vaad eden Arap’ın ya da Acem’in sözleri karşısında tertemiz bir kalple ‘inandık’ dediler. İnandılar ama ne yapacaklardı? Bu inancı nasıl uygulayacaklardı? Dünyada ve ahirette huzur için nasıl yaşamaları gerekiyordu?
-Her şey bu kitapta yazıyor, dedi onlara dini anlatan kişi.
-İyi ama ben o kitabı okuyamam, okusam da anlayamam ki !
-O halde bana uy ! Beni talit et ! bana benzemeyi ne kadar becerirsen o kadar başarılı olursun…
-Tamam, dedi diğeri. Seni taklit edeceğim, senin söylediklerini yapacağım…
Bu uyumu vaad etmeyenler için din, ‘eline, diline, beline sahip çıkmak’ erdeminden ibaret kaldı. Diğerleri için zaman içinde bu uyum sözü öylesi bir tabiyet ilişkisine dönüştü ki adı ister Türk olsun, ister Kürt olsun, ister Fars ya da Peştun… artık o ‘gassalın elindeki bir meyyit gibi’ ittiba eder olmuştu karşısındakine. Ona Tanrı yolunu anlatan kişiye ölü yıkayıcının elindeki ceset gibi teslimdi artık.
. . .
Çekingen bir ifadeyle ‘Adı peygamber olmayan bir kişiye teslimiyet dinin rüknü olamaz!’ dediğimde küfrüme hükmeden kara gözlü öğretmene o sebepten kızmadım. Bin yıl önceki dedesi kadar temiz niyetli olmaktı suçu.
Sonu felakete çıkan işler kötü niyetle başlamaz çoğunlukla. Gaflet de kötü niyet kadar suçtur…
. . .
‘Gassala teslim olmuş bir meyyit’e dönen adama peygamberden sonra olup bitenler hakkında konuşmamak ve suçlu aramamak tavsiye ediliyordu. Oysa inancını yaşarken karşısına çıkacak bütün sorunlara ait bilgi o çağlarda saklıydı. Peygamberden sonraki çağ, bu ümmetin kara kutusu oldu. O çağda yaşayan tüm isimler kutsandı, eylemleri sorgulanmadı. Hepsi hazretti, hepsi kutsal adam… oysa cennetle müjdelendiğine inanılan isimler birbirinin kanına kastetmişti o çağda. Peygamberin evlatlarına kıyılmıştı. Bilen ve doğruda sabit kalmak isteyen öldürülmüş, hapsedilmiş, işkence görmüştü.
Tam o çağda insanlığa huzur vaad eden din, ‘dünyada iktidar vaad eder’ şekilde algılanmaya başlamıştı !
Neydi bu iktidar dedikleri… Kitabın neresinde vardı devlet denen yapı… İnanan bir adam makam ele geçirip de ne edecekti? Onu cennete götürüp hakkı razı mı kılacaktı? O ya da bu kadroda görev almak, o ya da bu makamda bulunmak cennete girmeyi mi sağlayacaktı? Hani ‘selam’ derdi onlar birbirine… Barış demekti selam… İslam barış demekti… Müslüman barışık olan…
Peygamberden hemen sonraki çağda olup bitenlerden sonra din, insanları hem kendisiyle hem de dünya ile kavgalı kılan bir öğretiye dönüştü. Başucunda duran kitabı tekrar tekrar okuyup ezberliyor ama başkalarının söylediği şekilde yaşıyordu Doğulu.
‘O yetmez!’ diyordu kendi iktidarını tesis etmek için ağlayarak çevresine insan kalabalığı toplayan ulular. ‘O yetmez ! Sen bilmiyorsun… Ben rüyamda gördüm o yetmez.’
. . .
Rüya, sanrı, kehanet, fal, cin, peri, gulyabani… Doğuda tarihin bile kaynağıydı bunlar. Mektepler bitirmiş, koca koca kitapları okuyarak kocamış akademisyenler padişahın rüyasında aldığı emir üzerine ordu toplayıp memleket fethettiğini, mezhep ulusunun mezarını rüyasında görüp tespit ettiğini, Ay’ın ikiye bölündüğünü, hurma kütüğünün ağladığını, ağacın köklerinden sökülüp adım attığını inanarak anlatıyordu.
. . .
Şarkın çocukları hür düşünceyi işte bu yüzden tanımadı. İki evladı oldu şarkın… özgürce düşünen, özgürce akleden, tanrının kendisinden ne istediği konusunda kafa patlatan, uygulamaları sorgulayan iki evladı. Birine Akif diyorlardı. Onuruyla tanınıyordu Akif. Yokluk içinde öldü. Diğerine ‘Şeriati’ diyorlardı. Bir meyyit tarafından öldürüldü. Diğerleri mensup oldu, diğerleri ait idi.
. . .
Şark, insan sürülerinden oluşuyordu artık. İnanan ya da inanmayan, o ya da bu halktan, şu ya da bu sınıftan… Çobanlık babadan oğula devrediyor, çobanın güttüğü sürü seçimleriyle değil uyum kabiliyetleriyle kıymetleniyordu. Zaman bu zaman olmuş müzik dinlesin mi dinlemesin mi karar veremiyor, zaman bu zaman olmuş fotograf çekinsin mi bilmiyor. Zaman bu zaman olmuş rüya görüyor, hikmet arıyor… kah ‘özgürlük’ deyip birbirine kırdırıyorlar onları, kah ‘mezhep’ deyip…
. . .
‘Ağlayan Adam’ böylesi bir yığının içinden çıktı. Yoksulluk, yoksunluk ve cehalet içinde büyümüş, Freud’un çağında yaşayacak olsa hakkında ciltler dolusu kitap yazılabilecek marazlara sahip, ruhu ve bedeni hasta bir alil… Bin yıl önce bozkırda rastladığı at çobanlarına din anlatan adamın kullandığı metodu kullanarak ‘bana uyun!’ diyor, ancak bu topraklarda semavi bir kıymet taşıyan gözyaşı ile çevresine insanları topluyordu.
Oysa o gözyaşı tenhada, ıssızda, gecenin karanlığında samimiyet anlamı taşıyordu. İnsanlar karşısında iken riya.
Yas tutan bir kadının başına toplanırcasına, merhamet isteyen bir hastanın yardımına koşarcasına insanlar halka oluyordu çevresinde. Esnaflar ihtiyacı olan finansı vaad ediyor, bürokratlar yardım ediyor, siyasiler önünü açıyor, ondan istifade etmeyi kuranlar alkış tutuyor, gençler gözünün içine bakıyor, kadınlar onu rüyada görüp işaret almak üzere niyaz ediyorlardı.
Adına ‘Hizmet’ diyorlardı. Memleketin dört bir yanından bu memleketin çocuklarını devşiriyor, bu memleketin teberrusuyla, himmetiyle, sadakasıyla finanase ediyor, gerektiğinde hile ile, desise ile bir yerlere getirip ağlayan gassalın emrine veriyorlardı.
. . .
Bundan yirmi bilmem kaç yıl önce o sürüye ait birisi elimde Ali Bulaç mealini görünce ‘Hocaefendi onun okunmasını yasakladı. Kendisi rafizidir’ demişti kısık sesle. O zaman sesinin tonundan anlaşılırdı o sürünün mensupları. Üç kişi aynı anda merdiven çıkmazlardı. Asistan olmak için yakalarına Atatürk rozeti takarlardı. ‘Selam!’ demezlerdi. Uydukları adamın adını başkalarının arasında anmaz, genellikle dinlerlerdi. Aynı evin içinde dostluk kurmalarına müsaade edilmezdi. Karşılarındaki insana yerli yersiz ‘Mübarek, muhterem, güzel insan’ derlerdi. Ama Kabaklı’ya ‘Alevi’ felanca’ya Luti, filancaya ‘Kürt’ olduğu gerekçesiyle nefret beslerlerdi.
Ağlayan adam aradan çok zaman geçmeden o rafiziyi bile kendisine kul eyledi.
. . .
Neler gördü bu memleket… Müezzinden Mehdi oldu, Dumanlı’dan entelektüel… İlkokul piyesi yazamayacak adamlar sinemaya, sanata soydundu. Ülkenin en büyük kitabevinin başına getirdikleri ruh hastası tikli bir kadın, gelecekte sesine kulak verilmesi ihtimali olan her ismin üzerini çırpıya benzeyen parmaklarının arasında tuttuğu kırmızı kalemle çizip ebediyen sesi işitilmez hale getirmeye muktedirdi. Gerektiğinde etekleri altına saklanacakları kadınlar sürdüler ileriye. Kah Nevvalleri sevindirdiler, kah ılıcakları nazladılar. Edebiyatı ele geçirmek üzere yirmi kişi oturup gözleri güzel kızlar adına kitaplar yazdılar. Önce ismini parlatıp sonra o ismin ağzından Kürt politikasına yön verdiler, siyasete, sosyolojiye… Yoksul köylü çocuklarını devşirip askeri mekteplere soktular. Canlarını sıkan herhangi birini cüppesiyle sakalıyla birlikte alıp kadın ticaretinden mahkum edip hapse atacak güce geldiler. Mahkeme onların, okul onların, meclis onların oldu…
Her şey onlarındı ama bir tek aydın yoktu bu sürünün içinde. Bir tek şair yoktu. Bir tek gerçek sanatkar, bir tek gerçek bilge yoktu.
Erzurum’un bir köyünde muhtemelen tuvaleti olmayan bir dam altında dünyaya gelen ilk mektep görmemiş, kadına değmemiş, şarkı türkü dinlememiş, enstrüman çalmamış, sahilde yürümemiş acizliğine ve yoksunluğuna ağlayan bu hasta ruh milyonlarca mensubu olan bir sürünün kanaat önderi olmuştu artık. Siyasilere mektup gönderiyor, adına konferanslar tertip ediliyor, Papa’yı ziyaret ediyor, dünyaya nizam vermeye soyunuyordu. Yazdıklarına şaheser, sayıklamalarına şiir, hezeyanına ufuk diyorlardı.
İşte o aşamada doğunun mirasının adaletsiz kayyumu olan Amerika onu ağuşuna aldı.
Ağlayan adam artık ona lazımdı.
. . .
Şu koca memleketin alimi, bilgini, sanatçısı, siyasetçisi, falcısı… bir tek kişi de kalkıp cesurca ‘Dur!’ diyemedi. Onun çok sevdiği Necip’in şiirinde olduğu gibi kollarını makas gibi açarak.
Memlekette kollarını makas gibi açıp ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ diyecek hür akıl yoktu ama benim seksen beş yaşındaki dostum Hikmet, işaret parmağını şakağına dayayıp ‘Burası hür olmayana namaz faz mı tartışılır!’ diyordu. ‘Bir bilgin, bir doktor, bir yazar, bir bürokrat nasıl olur da kırkından, ellisinden sonra devşirilip enderunda oğlan olur?’
Benim şarib ü leyl ü vennehar dostum Hikmet’in anladığı bu gerçek karşısında memleketin sanatkarının, aliminin, bilgininin, siyaset adamının basiretini ferasetini bağlayan ne idi?
Nasıl bir efsun üflemişti bu ağlayan adam ki bunca ehl-i kitap, bunca bilgin, bunca ehl-i hibrenin feraseti körelmiş, basireti yitmiş idi. Nasıl bir efsundu ki bu Hikmet ile küçük dostuna etki etmedi…
Şarkın bin yıllık derdi işte bu sorunun cevabında gizli.
. . .
Şarkın ara ara sükut eden ama sükutu asla yirmi yıl sürmeyen bu sancısı kolluk önlemiyle, hapis ile müsadere ile bitirilemez. Şarkın vücudunu yatalak kılan, hafızasını bulanıklaştıran, onu şizofreniye, histeriye mahkum eden bu derdin sebebi Hür akıl yokluğudur. Şarkın ‘Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ çocukları olmadan şifa bulması düşünülemez.
. . .
Türkiye 15 Temmuz öncesinden daha temiz.
Bu halkın kendi ihtiyaçlarından kısıp hayır için ayırdığı bütçeye dadanan fare okyanusun ötesine gitti. Onu bu ülkeye vermezler… Belki rüyasında kendisine malum olduğu üzere Çin’e gidip Yecüc mecüc’e musallat olur, ama bu ülkeye bir daha musallat olamaz.
Her Kurban bayramından bir kaç ay önce İbrahim İsmail kıssasını kendince uyarlayıp ‘Herkes kendisi için en kıymetli olanı kurban etmeden İbrahimî olamaz’ safsatasıyla halkın cebine el uzatan sıhhatli, temiz giyimli imamları da def olup gitti.
Sesine kulak verilecek her ismin üzerini çizen tikli kadını da götürdü yanında. Sıkıntı veren dergileri, düştüğü yere asit etkisi yapıp kurutan yağmurları, hüküm vermeden önce danışabilecekleri bir vicdanı olmayan hakimleri, savcıları, çocuklara sürü olmayı öğreten öğretmenleri, okumayan yazarları, Türkçe’yi bilmeyen dünya gezginleri hepsi def olup gitti.
Tanrı adını, elçisinin hatırını, kitabının kutsiyetini vesile ederek beddua eden şizofren ihtiyarın bedduası hepsini kuruttu. Şimdi onların evlerine ateş düştü. Şimdi onların önü bir şey olamayacak şekilde kesildi, aralarına tefrika düştü.
Türkiye 15 temmuz öncesinden daha temiz bugün. Şimdi onlardan boşalan alanda ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ve imanı hür’ bireyler yetiştirmek önce ailelerin, sonra öğretmenlerin, aydınların, fikir ve bilim adamlarının görevi.
15 Temmuz özelde bu sürüye sadakatle bağlı olanlar için, daha geniş bakışla Türkiye ve nihayet doğu için yeni bir aydınlanma çağının başlangıcı olabilir. Bundan tam beş asır önce Luther adlı bir din adamı afaroz belgesini yırtarak Avrupa’nın gözünün bağını nasıl açtıysa ağlayan adamın riyasının ortaya çıkması da önce sempatizanlarının hürriyete kavuşmasını sağlamalı, daha sonra Türkiye’de ve dünyada zihni aydınlanmanın yolunu açmalıdır. İki asır önce iktidarını kaybetmiş olan ve muktedir olmadıkça müslüman olamayacağını sanan yaşlı doğu bu demans halinden bu vesile ile kurtulabilir.