Soht ailesi 1864 sürgününden önce Maykop yakınlarındaki geniş düzlüklerde yaşayan Mehoş kabilesinin yüz kadar klanından biriydi. Komşuları olan Abzakh ve Bjedukhlarla kıyaslandığında sayıca az olan Mehoşlar, Çerkesya’nın hür çiftçileriydi. Sınıfsal ayrımın olmadığı bu kabile Büyük sürgün onları da diğer kabileler gibi yerlerinden edip dünyanın dört bir yanına dağıtıncaya dek Besleney ve Kemguy prenslerine bağlı olarak yaşadılar.
Soht İshak bu korkunç fırtınada kırlangıç misali yolunu kaybeden binlerce Çerkes’ten biri. İlk yerleştiği yer olan Samsun Çarşamba’da kader onu kız kardeşinden de ayırdı. Kız kardeşi İstanbul’a götürülürken kendisi yorgun atının başını dağlara doğru çevirdi.
O vakitler Amasya Sancağına bağlı bir kaza merkezi olan Gümüşhacıköy yakınlarındaki sıcak su kaynağının çevresine yerleşmiş olan Şapsıglar büyükçe bir köy oluşturmuşlardı. Onlar büyük sürgünde Kafkasya’yı terk etmeyip dağlara çıkmış, on beş yıl kadar dağlarda yaşadıktan sonra 1881’de Osmanlı ülkesine hicret edip Gümüşlü bir toprak ağasına ait olan bu sıcak su kaynağı civarındaki çiftlik arazilerini satın almışlardı.
Sürgünde efendilerinden ayrılmış çeşitli kabilelere mensup azatlılar Hamamözü’ne yerleşmiş Şapsığlar tarafından kabul edilmeyince bu verimli vadinin yakınlarında bir dağ yamacında kendilerine ayrı bir köy kurmuşlardı. Çoğunlukla Besleney ve Kabardey soylularının azatlıları olan bu ailelerin arasında birkaç Ubıkh ve Abzakh da vardı. Komşuları olan Dangaza Türkmenleri sonradan gelen bu iri yarı, deri elbiseler giyen çetrefil dilli yabancıların kurduğu köye Göçyeri adını verdi. Bu zamanla Göçeri’ye dönüştü.
Soht İshak, bu köye yerleşti ve köyün güney batısındaki yükseltinin üzerinde kendisine yer edindi. Köydeki diğer Çerkesler onu kabilesinin ismiyle tanıyor ve Mehoş İshak olarak çağırıyordu. Sürgünün savurduğu kırlangıç kendisine bir yuva kurmuştu. Bu köyde dört çocuğu oldu onlara Fatma, İsmail, Musa ve Cemal adlarını verdi.
Günün birinde İstanbul’a giden kız kardeşinden haber aldı. Talihi yaver giden genç kız saraya alınmış, bir Osmanlı bürokratıyla evlenmişti. İki kardeş yıllar sonra görüşüp halleştiler. Mehoş İshak, kızı Fatma’yı kız kardeşinin yanına bıraktı. Sarayda Seniye adını alan bu kızcağız ilk fırsatta kardeşlerini de eğitim görmeleri için İstanbul’a getirtti. Cemal ve Musa İstanbul’da okula başladılar. Bu arada Fatma Seniye yine saraylı bir Çerkes kızı olan Yediç Ulviye Nuriye ile birlikte Osmanlı’da bir ilk olan “ Kadın Dünyası” adlı mecmuada yazılar yazmaya başladı.
Cumhuriyet ilan edilip velinimetleri Osmanlı ailesi yurt dışına sürülünce üç kardeş için baba ocağından başka sığınacak yer kalmamıştı. Fatma Seniye, bir avukatla evlenip Ankara’ya gitti. Maliye vekaletinde Osmanlıca belgelerin yeni Türkçe’ye çevrilmesi ile görevlendirildi ve eşi ölünceye dek orada kaldı. Eşi vefat ettikten sonra İstanbul’a dönüp bir çok saraylının yaşadığı Beşiktaş Abbasağa’ya yerleşti ve orada vefat etti.
Kurtuluş Savaşına katılan Cemal, köyüne döndükten sonra ilk evliliğini Hamamözü’lü bir Şapsığ kızı ile yaptı. Bu eş vefat ettikten sonra Gümüş müftüsünden boşanmış bir hanım olan Mudar ailesinden Habibe adlı bir Kabardey kızı ile ikinci evliliğini yaptı bu evlilikten dört çocuğu dünyaya geldi. Cahit, Halit, Vahit ve Muzaffer.
Cemal 1959’da misafir olduğu evde geçirdiği bir kaza neticesinde vefat ettiğinde bütün sorumluluklar o güne dek hiçbir iş yapmamış olan küçük oğlu Vahit’e kalmıştı. Babaocağını tüttürmek onun göreviydi artık. Cahit askeriyede kalmış, Halit Ankara’ya yerleşmiş, Muzaffer adlı kız kardeşi de bir Arap tacirle evlenmişti. Evin küçük oğlu Vahit, toprağın nasıl işleneceğini, tohumun nasıl serpileceğini, mahsulün nasıl kaldırılacağını konu komşuya sorup öğrenmişti.
İstanbul’daki halası Fatma Seniye, yeğenine yetimliğini hissettirmemek için elinden geleni yaptı. Önüne düşüp aracı oldu, yine Hamamözü’nün ileri gelen ailelerinden Şawofşko İshak’ın büyük kızı Saime ile evlendirdi onu. İki genç el ele verip işlediler toprağı. İki evlatları oldu ilkine babasının adını verdi, ikincisine annesinin. Anne Çerkes örfü gereği oğluna verilen baba ismini telaffuz edemeyeceği için onu Ufuk adıyla çağırdı. Çünkü bir Çerkes atasözü “çok konuşan gelin kayınpederinin ismini de söyler” diyordu. Kırk yıllık evliliği süresince bu örfü sürdüren annenin ağzından Cemal ismini duyan hiç kimse olmadı.
Çocuklarının iyi bir eğitim görmesi için İstanbul’a geldiler. Ufuk Edebiyat fakültesini bitirip öğretmen oldu. Evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Dört torun verdi babasına Habibe ise önce Sanat Tarihi, sonra Hukuk okudu. Babasına daha çok benzeyen oydu. Prensipleriyle yaşadı, doğru bildiğini uyguladı.
Ben on beş yıl önce bu öykünün içine girdim. Önce evlerine konuk oldum ve ancak bir Çerkes evinde görülebilecek tarzda saygınlıkla konuk edildim. Sonra uzaktan uzağa haberleştik birbirimizden. Hayat bizi çok farklı şartlarda, çok farklı saflarda pişirdikten sonra Tanrı o ailenin kızıyla birleşmemize karar kıldı.
. . .
Göçeri
23 Şubat cumartesi sabahı saat dokuz sularında eşim ve kızımın çığlıkları üzerine yataktan fırlayıp koştum. Alt katta, kapı önüne yığılmış aralık gözleriyle gülümsüyordu. İçeri çektim, kalbini dinledim. Uçmuştu.
Ben ambulans çağırırken eşim son bir ümitle kalp masajı yapıyordu babasına. Kızım dedesinin yüzüne vurup uyanmasını istiyordu. Sedyeye koyup götüren sağlık görevlisi Ex dediğinde içimde camdan bir fanus kırılıvermişti. Yirmi dakika sonra doktor geldiğinde önce onun sonra ümitlerimizin öldüğü kesinleşti.
Kayınpederimdi. Beş yıl önce damatları olmuştum..Tanrı en temiz kullarından birine damat etmişti beni. Bunun farkındaydım. Eşim onun kanını taşıyordu, çocuklarımın mayasında onun temizliği vardı. İki torun verdik onlara. Kesintilerle iki yıl kadar bizimle kaldılar.
Başlangıçta değil aynı evde yaşamak, birbirimize görünmek konusunda bile tereddütlüydük. Garip bir çekingenlikle uzak duruyorduk birbirimizden. Yazısız, yargıçsız, mahkemesiz Çerkes kanunlarının gereğiydi bu. Ben kızlarını aldığım ailenin içine giremeyecektim.
Beni evladı kadar sevdiğini biliyordum. İlk çocuğumuz olduğunda bizlere yardım etmeleri için yanımıza çağırdık. Önce kayın validem gelip anne olmanın acemiliğini yaşayan kızına yardım etti. Sonra kayınpederimin kısa ziyaretleri oldu. Zamanla alıştık birbirimize. Yabancı bakıcılara emanet etmeye kıyamadığımız çocuğumuzu onların sabırlı ve müşfik kucağına teslim ettik.
En uzun bir ay kalıyordu yanımızda. Bir şeyi bahane edip köyüne, baba ocağı dediği Göçeriye dönüyordu. Bazen aylarca tek başına kaldığı oluyordu köyde. Bahçesiyle, tarlasıyla eviyle ilgileniyordu.
Sürgünün ilk nesli kadar Çerkesti kayınpederim. Türkçe’yi tatlı bir Çerkes aksanıyla konuşuyor, başkalarıyla sohbet ederken bile laf arasına Çerkesçe kelimeler sıkıştırıveriyordu. Dupduru bir adamdı. Bizim zihnimizdeki bir çok kavramın onun zihninde karşılığı yoktu. Söz verdi mi yapacaktı insan dediğin, harama el uzatmayacak, konuklarını gülümseyerek karşılayacak, kapıya kadar geçirecekti giderken. Dünyaya geldiği ilk gün kadar temiz bir ademoğluydu. Tanrı huzurunda tanıklık ederim ki ben onu ya çalışırken, ya ibadet ederken ya da torunlarıyla oynarken gördüm.
Birlikte kaldığımız süre içinde onu uzanırken görmedim. Odasına her girip çıkışımda doğrulurdu. Rahatsız olmamasını rica ederdim kendisinden, bulunduğu odadan çıkıverirdim. Çağırırdı. Edeple otururdu yanımda. Ayağını uzatmazdı, adımla hitap etmezdi. Bana “Efendim!” diyen bir kayın pederim vardı benim.
Birlikte yemek yediğimiz zamanlar buyur edilmeden el uzatmazdı sofraya. Ağzından bir tek uygunsuz söz kaçtığına şahit olmadım. Dostlarım geldiğinde odamıza girip katılmazdı aramıza. Hiç kimseyi ama hiç kimseyi rahatsız etmemişti hayatı boyunca. Varlığı yokluğu belli olmayan bir gölge gibiydi evimizin içinde.
Beş vakit namazını camide eda eder, kocaman gözlüklerle tanrı kelamı okurdu Türkçe’sinden. Öğrendiği her şeyi hemen uygulardı. Yorumlamaz, sorgulamaz, alır kabul ederdi. Duası makbul adamdı benim kayın pederim. Hayır dilerdi bizlere, güzellikler dilerdi. Zavallıya ağlardı, mutlu olanın sevinci paylaşırdı. İnsanlara itimat ederdi. Tanıdığı herkesi önce iyiler hanesine yazardı.
Yobaz değildi, dar gönüllü değildi. Gönlü gibi temizdi zahiri de. Bahçesinde çalışırken bile tıraşsız görmedim onu. Her işi olması gerektiği gibi eylerdi.
Çocuklarını iyi yerlerde okuttu, onlara doğru olmayı, dürüst olmayı, çalışmayı, şikayet etmemeyi öğretti. İki güzel insan kazandırdı topluma. Onları evlendirdi, altı torun büyüttü kucağında. Her birine “Ab aba yewe, Ab aba teywe, agur yewe!”(*) tekerlemesiyle alkış tutmayı öğretti. Gülünce tüm yüzüyle güldü, hoşnutluğunu, sevgisini, şefkatini esirgemedi onlardan.
Perhizi olmadı, yemeği tadıyla tuzuyla yedi. Sofrası da gönlü gibi herkese açık bir adamdı. Elindekini paylaşmayı, bölüşmeyi, dağıtmayı sevdi en çok.
Otoriter bir baba olmadı. Eşini, kızını bir kez olsun azarlamadı. Bir kez sadece bir kez “Israr edersen hatırını kırarım!” dedi eşine. Ama hiç kimsenin hatırını kırmadı. Rica ederek, teşekkür ederek, farkında olarak yaşadı ailesiyle. Onlar da her şeyi onun gönlünce yerine getirdi. Hayatımızın onca merkezindeydi, onca idarecisiydi. Fakat gölge gibiydi evin içinde. Varken varlığı belli olmayan, yokken hayatın anlamını alıp götüren bir gölge. . Hep kayırılmış, hep ihsan edilmiş bir adamım ben. Adı görklü Ulu Tanrı’mın bir lütfuydu o da. Tanrım varlığı lütuf olan bir kayınpeder vermişti bana. Onun yetiştirdiği, onun kanından, onun canından kızını bana eş etmişti. Çocuklarımın mayasında onun tertemiz kanı vardı. Dünyanın kirine pasına bulaşmamış, sabırdan, duadan, iyi niyetten, hürmetten ibaret insancıklardı kendisi de eşi de.
Kadınlara, kendisinden yaşça büyüklere karşı hürmet ve nezaketle davranırdı. Anlatınca ayrıntıyla anlatır, araya yanlış karışsın istemezdi. İşe yarar olmaktı tek kaygısı. Birlikte kaldığımız süre içinde çarşı Pazar işini, fatura, banka, vezne işini öylesine ciddiyetle yerine getirirdi ki. “İşe yarıyor muyum?” derdi yine de. İşsiz, işlevsiz, başkalarına zorluk olacak bir tek gün geçirmedi. Ve bir gün o tatlı Çerkes şivesiyle “yapıcek iş kalmadı !” dedi.
Ufak bir operasyon geçirecekti 19 Şubatta. O hafta sonu kar yağdı. “Erteleyelim” dedim. “Vakti gelen işi ertelemek olmaz,” dedi. O günlerde iki yıl önce ölen abisini görmüştü rüyasında. Göçeri’de evlerinin önünde, babasının diktiği ıhlamur ağaçlarının altındaki bankta oturmuş ona bakıyordu. “Vahit! Hadi Vahit, seni bekliyorum!”
“ Galiba ameliyat masasından kalkmayacağım. Abim beni çağırıyor. Vasiyetimi dinleyin, ” dedi. “Kimseye borcum yok. İki kişide alacağım var. Cenazemi burada bırakmayın. Mezara beni oğlum, damadım ve yeğenim indirsin.”
Salı günü ameliyat oldu. iki gün sonra alıp eve getirdim. Son derece rahat geçmişti operasyon. Korktuğu gibi olmamış. Daha başladığını fark etmeden bitivermiş her şey. Şimdiye dek boşa çekmiş bu prostat derdini.
Cuma akşamı evde idik. Hikmet amca, Zilhicce Hanımteyze, kayın validem, eşim ve çocuklar… “Yitiği tanrıdan başkası bilmez, ben bunu babamdan duydum,” diye başlamıştı anlatmaya. Salonun bir köşesinde Hikmet Amcayla tavla oynarken yanımıza gelip pullarımızı alan kızımı bileğinden yakalayıp öptüm. Göz göze geldik onunla. İlk defa çocuğumu seviyordum kayınpederimin yanında. Utanacak oldum, baktım, gözlerinin içi gülüyor.
Sabah dokuz sularında eşimin ve kızımın çığlığıyla uyandım. Her cumartesi sabahı olduğu gibi bizleri kahvaltı sofrasında toplayacakmış. Taze ekmek alacakmış.
Kapı önünde yığılıp kalmıştı. Uyur gibi rahat bir yüz ifadesiyle kapamıştı gözlerini.
. . .
Vasiyetini yerine getirip köyüne götürdük onu. Tertemiz bir kış sabahı, Göçeri’ye kar yağarken abisinin mezarının yanıbaşına defnettik. Vasiyeti üzere inip yerleştirdik onu istirahatgahına. Yüzünü sevgili Rabbine çevirip bıraktık. Sonra ellerimizi açıp dua ettik. Hiçbir zaman onun kadar temiz, onun kadar duru olamayacağımızı bilmenin kederiyle gözlerimiz doldu. Onu son kez ziyarete gelen konuklarına ondan gördüğümüz üzere ikramda bulunduktan sonra dönüverdik.
Dönerken anladık ki onun olmadığı bir dünya kıyamete daha yakın.
(*) elini eline vur, elini elinin üstüne vur, alkış tut.
Hulusi ÜSTÜN