Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e inerken sağ tarafta Karababa Tekkesi Sokak’a,
Bir ‘zevk-i tahattur’ ve bir ‘yad-ı mazi’ için sapıverdim.
O halde görmektense ölmeyi dilerdim…
. . .
Hani bir yeni yetme talebeydim ben…
O konferans senin, bu sohbet benim dolaşırken.
Bir büyülü masalın içine girerdik bu kapıdan geçerken.
Basınca gıcırdayan tahta merdivenlerden..
Üst kattaki ahşap odaya…
. . .
Duvarlarda kördüğüm ‘vav’ ile ağlamaklı ‘he’ler…
Eski çerçeveli hatlar, tezhibler.
Ahşap kokulu oda, loş ışık, eski kitap yığını…
ve bir köşede uzun beyaz sakalıyla Ahmet Sadık Efendi
. . .
İki koca devrin şahidi Ahmet Sadık Efendi.
Sohbetin konusu ‘füsus mu?’ yahut İbn-i Haldun mu?
Her perşembe akşamı çorba ikramı, buğulu çay…
Muhabbet, meveddet, tasavvuf, tarih…
İbn-ül Emin kokulu kitaplar,
Üstüne muhabbet kokusu sinmiş perdeler, halılar…
. . .
Bir pir-i Fani idi Ahmet Sadık Efendi ben kendisini tanıdığımda.
İki kızı vardı perşembe akşamları konuklara çorba ikram eden…
Ne çok zaman geçmiş aradan…
Ahmet Sadık Efendi sır olmuş…
tekke boş… kapısı çarşı pazar olmuş…
. . .
Ahir zamanın ortasında iki eski dost, durduk karşı karşıya.
O bana baktı ben ona…
Sahi ne çok zaman geçmiş aradan…
Tekke gönlüm gibi viran olmuş…
Bir büyülü masal yalan olmuş…
1 | 1
17434876_10154963508611839_6296702458239269342_o