enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,5048
EURO
36,4965
ALTIN
2.947,07
BIST
9.031,82
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C
DİKEY REKLAM
DİKEY REKLAM

BENİ BURADA BIRAKMA

27.01.2021
148
A+
A-
İlk kez ne zaman gittim, nasıl keşfettim hatırlamıyorum.
Beni arayan orada bulurdu. Çatladıkapı’nın sağında bir ara sokakta dikkatle bakılmazsa fark edilmeyecek kadar küçük bir kapıdan girilirdi içeri. Üzeri kilim döşeli alçak peykelerle çevrili girişin ortasında büyük bir soba ve sobanın arkasında çay ocağı vardı. Duvarlarda birbiriyle uyumsuz bir sürü levha, tablo, resim ve bir takım eski araç gereçler…
Geniş bir deniz manzarasına bakan iç kısım ise birbirine benzemeyen tabureler, masalar, peykeler, sıralarla doluydu. Yine duvarda halılar kilimler, eski zaman kap kacağı, ev aletleri, kağnı tekeri, yün tarağı gibi aslında pek de İstanbul kültürü ile ilgisi olmayan bir takım malzemeler… Her şey adeta gelişigüzel atılmıştı oraya fakat hepsi bir arada ne hoş bir dekordu.
Yazın bu dekorun içinde esintiye karşı oturup cigara ve ada çayı içerek memleket kurtarırdık. Kışın girişteki geniş bölümde toplanırdık. Köşede Teşkilat Refik otururdu. Nusret Özcan daha bir kenarda… Şimdilerde adı sanı salavatla anılan fakat o zaman sıradan olan adamlar da vardı orada, o zamanlar meşhur olup şimdilerde çaptan düşen, devri dolan, vakti geçenler de.
Ve artık aramızda olmayanlar. Artık aramızda olamayacak olanlar. Bir devrin son adamları… Son dava adamları… Son Osmanlılar… Son milliyetçiler… Son Kürtçüler… Son idealist solcular… Son Müslümanlar…
Bundan böyle yeryüzünde asla öyle adamlar olmayacak.
Adı Marmara Kafe… Biraz da bu sebeple edebiyat tarihimizin meşhur Marmara Kıraathanesinin anlamını yüklerdik biz oraya. Orada edebiyat konuşulurdu. Sanat konuşulurdu. Memleket meseleleri konuşulurdu. Tavla atılırdı. Adaçayı içilirdi. Nargile çekilirdi.
Beni arayan, orada bulacağını bilirdi.
Sene 2000’lerin evveliydi.
. . .
Uzunca boylu, zayıf, insanın yüzüne vaaz dinleyen bir Anadolu köylüsü gibi hayretle bakan, az konuşan adamı ben orada tanıdım. Öğretmen emeklisiydi. Cilt cilt kitaplar yazmış, bunları çeşitli yayınevlerinden yayınlatmış, umduğu kitleye ulaşamayınca kendisi bir yayınevi kurup kendi kitaplarını basmış fakat yine de adından söz ettirememişti.
İş edinip okumuştum birkaç romanını. O dönemde adı parlatılan, gazetelere dergilere çıkan vicdanı kiralık yazarların çoğundan daha sağlam bir kalemi vardı. Milliyetçi muhafazakar olmasa adı bayrak olur, milliyetçi ve muhafazakarlar tarafından da sahiplenilirdi. Fakat yarı Kürt, yarı Türk bir Elazığlı, kavruk bir Anadolu çocuğuydu. Şark meselesini yazıyordu. Anadolu’nun yazılmamış tarihini, duyulmadık öykülerini konu ediyordu.
Her haline sirayet etmiş bir memur terbiyesi ile oturup kalkardı. Edebiyat konuşulurken adeta yavaş çekim hareketlerle cigarasını tellendirir, hipnoz olmuş bir yüzle dinlerdi. Boyun fıtığı varmışçasına ağır ağır çevirirdi başını. Daha çok dinleyici olan bu pantolonu ütüsüz, gömleği kırışık, ayakkabısı boyasız adam kendisine söz verildiğinde duyulmadık Farsça beyitler söylerdi. İşitilmedik menkıbeler, masallar, yazılmadık hatıralar anlatırdı.
Ayaklı bir Anadolu arşiviydi.
. . .
Nice sonra…
Onca roman ve öykü ile kendisine yer bulamadığı edebiyat dünyası, Mesnevi’yi anlaşılır kılmaya yönelik bir çalışması karşısında safları sıkıştırıp onu iğreti bir şekilde kabul etmişti. Marmara Kafe’de ayak üstü bunu anlatmıştı bana. Cigarasını ağır ağır ağzına götürerek… ‘Edebiyat ve kültür dünyasının sağ tarafı parasal karşılığı olmayan estetik, incelik gibi mefhumları bilmez tanımaz azizim. Mevlana da öyle. Emin ol memlekette Hegel okuyan adam sayısı Mesnevi okuyan adam sayısını ona katlar.’ demişti.
Çok bir tanışıklığımız olmamasına rağmen kısıtlı sayıda davetlinin katıldığı düğün törenime nereden haberi olmuşsa hanımıyla beraber gelmiş, dans eden gençleri elini çenesine dayayıp izlemişti.
O günden sonra görüşmedik. Neredeyse yirmi yıl olmuş.
. . .
Geçen hafta telefonda bana ‘Azizim!’ diye hitabeden sesi duyunca Marmara Kafe’de tavla oynarken bu sesi duyup başını kaldıran genç adam oldum.
-Silivri’deyim. Sahilde bir bakımevi… Beni ziyarete gelir misin?
Bakımevi deyince ne çok görüntü birikir zihnime… Ev hali kıyafetlerle oturup duran beyaz saçları dağınık bir sürü mutsuz yaşlı… ilaç kokan odalar… Şen şakrak bakıcılar… Gardiyan yüzlü idare personeli… hijyen… örtüsüz masalar… Yastıksız kanepeler… halısız zemin…
-Tabii, dedim. Tabii… Meşguliyetimin elverdiği ilk fırsatta…
-Çabuk, çabuk… deyip kapadı.
. . .
Ertesi gün aradı… ve daha sonraki gün… ve daha sonraki gün… ayağım gitmiyor. Birkaç gün sonra babamın ölüm yıldönümü… Hepsi peş peşe yaşlanan annem, kayınvalidem, halalarım … Geçen hafta kurşunlanan avukat arkadaşım… Sanıyorum ki bir yaşlı daha görsem bir hasta daha görsem yüreğim orta yerinden çatlayacak…
Bu sabah onun telefonuyla uyanınca giyinip çıktım. Salgın yasaklarının uygulandığı son hafta sonu… bom boş sahil yoluna girip kış rüzgarında çırpınıp duran denize cepheli bakımevinin önünde durdum.
İlk beklentim gardiyan yüzlü bir görevli… Işıkta durmuş arabayı silen sokak çocuğuna bakar gibi yüzüme bakan sarı saçlı, çatık kaşlı kız işte o gardiyanın ta kendisi.
– Bir hastanızı görmeye geldim.
-Bugün görüş yok.
-Avukatım…
Kimliğimi cama dayadım.
Yüzü daha kızgın bir hal aldı kimliğimi görünce.
-Bugün görüş yok…
Cezaevi kapısını bile açan kimliğim ile bakımevinin kapısını açamayacağını anladım fakat ısrar ettim.
-O halde yan tarafa geçin… sizi içeri almadan görüştüreyim.
Üzeri demir parmaklarla çevrilmiş duvar boyunca yürüyüp bahsettiği yeri buldum. Uykulu bir oğlan, elleri eşofmanının cebinde kime baktığımı sordu. ‘Bekle…’ dedi ardından.
Yirmi dakika sonra üç yaşlı çıktı dışarı… Tekerlekli sandalyeden doğrulan uzun sakallı, çakmak gözlü, kuru yüzlü adamı tanıdım. Duvarın iki yanından aramızdaki demir parmaklıkları tutarak konuştuk. Dersimli Seyit Rıza’ya benzetmiş yaşlılık onu. Çocuk gibi hıçkırarak anlattı.
Önce yalnız kalmış, Tekirdağ’ın bir köyündeki çiftliğinde yalnızken ayağını kırmış önce. Sonra evlatları onu buraya getirip bırakmış. Üç aydır bu bakımevinde kalıyormuş.
-Çıkar beni buradan. Hak bildiğin hatırına çıkar…
-Çıktığında nereye gidersin?
-Tekirdağ’daki köy evine… Oraya götür beni…
-Orada yalnız ne yaparsın? Soğukta nasıl ısınır, ne yer ne içersin.
-Götür beni evime… Götür orada öleyim.
-Üstat etme eyleme…
İki oğlan bir kız evladı varmış. Kız öğretim üyesi, oğlanların biri doktor, diğeri mühendis. İyi yerlerde okutmuş onları. İyi yerlere gelmişler. Belli ki bir insan enkazını sırtlanmak istemiyor hiç biri.
-Kardeşin, yeğenin…
-Onlar istemez beni. Çıkar, çıkar evime götür beni.
O hıçkırarak ağlarken biraz ötede beyaz saçlı dinç bir ihtiyar yanıbaşında tekerlekli sandalyede oturup boş nazarlarla bakan bir başka yaşlı adama delişmen bir ergen oğlan gibi küfürler ederek şaka yollu yumruklar atıyor. Orasını burasını mıncıklıyor. Eşine sövüyor, adını hatırlayan kimse kalmamış anasına sövüyor, kızı olup olmadığını soruyor. Adam hiçbir şey demiyor. Başını kucağına eğiyor. Diğeri gülüyor.
. . .
Beni orada beklemesini söyleyip tekrar bakımevi kapısına yöneldim. Gardiyan kız yine arabasının camlarını silen sokak çocuğuna bakar gibi baktı suratıma kapının gerisinden. Konuşmak istediğimi söyledim. Siyah demir parmaklıklı yüksek bir kapıyı gösterdi parmağıyla.
-İdareciyi görmek istiyorum, dedim.
Uzun uzun sorguladıktan sonra bu yasaklı hafta sonunda başına iş çıkarttığım için gözleriyle bana küfrederek ayrıldı oradan. Biraz sonra bakımevi müdiresi göründü. Ağzını kapayan maskenin üzerinden bana bakan gözleri bizim ailenin kadınlarının gözlerine benziyor. Ancak benim farkına varabileceğim bir ayrıntı bu. Bu gözlerle bakan kadınları tanıyorum ben.
-Bir kanuni kısıtlılığı var mı? Vesayet altında mı?
-Yok…
-O halde nasıl tutuyorsunuz?
-Kendi başına on adım atamayan bir adamı sokağa nasıl salarım?
-Evlatları gelip alsın.
– Onun burada kalmasını istiyorlar.
-Çıkmasının yolu nedir?
-Bir yakını gelip kabul ederse teslim ederim.
. . .
Tekrar yanına döndüm. Parmaklıkları tutmuş beni bekliyordu.
-Bu halinle çıksan nereye gidersin?
-Evime…
-Çocukların alıp götürmeli.
Elindeki telefonu uzattı bana. Oğluyla yazışmasını okumamı istedi.
-Okumam doğru olmaz, dedim.
Israr etti.
‘Lütfen telefonumu aç…’
‘İşim var Papa… Sen kolay kazanmış olabilirsin ama ben parayı kolay kazanmıyorum.’
‘Lütfen beni buradan çıkar’
‘Papa… Oradan daha iyi bir yerde kalacağını mı sanıyorsun.’
. . .
-Bana birkaç gün izin ver sana yardım etmem için.
-Hayır… Hayır bugün… Eşyalarım kalsın burada. İstemiyorum. Beni bu insanların arasında bırakma. Ben yetmiş yaşındayım henüz. Hukuki işlem ehliyetim var. Çıkar götür beni.
-Birkaç gün sabır… Sadece birkaç gün sabır… Lütfen…
-Hayır… Bırakma beni. Al götür. Buradan götür denize at… Bir hücreye koy… Ama bırakma beni.
Kıvranıyorum.
-Lütfen birkaç gün…
-Hayır… Ben bekleyemem… Ölürüm burada… Dua ediyorum, burada kalırsam Allah ya canımı ya aklımı alsın. Anlamayayım, duymayayım, görmeyeyim. Bırakma beni.
-Birkaç gün…
-Bırakma… Allah’tan ve senden başka umarım yok. Bırakma beni.
Elini uzatıyor. Zavallı bir çocuk gibi elini uzatıyor.
İçim boşalıyor. Dizlerim çözülüyor. İkimiz duvarın iki yanında ağlıyoruz.
. . .
Hammurabi’den, Ramses’ten beri aynı insan soyu yaşadı yeryüzünde. Aynı şeylere üzüldü. Aynı şeylere sevindi. Kuşaklar geçse de öfkesi, şehveti aynıydı. Aynı tuzaklara düşüyor, aynı şekilde vicdanı sızlıyordu.
Son üç asırda maddeye daha çok söz geçirir olsa da yine de Hammurabi, Ramses, ve onların tebaasından pek farklı değildi.
Derken dijital çağ binlerce yıldır yeryüzünde var olan ve ekosistemde hiçbir rolü bulunmayan bu canlı form değiştirdi. Artık o Hammurabi ya da Gudea gibi değil. Sevinci başka, kederi başka… Kendisini bambaşka bir yere konumlandırıyor bu alemde. Şehveti başka, öfkesi, intikamı, duygu dünyası başka.
Binlerce yıldır var olan bu canlının iki cinsi arasındaki çekim gücü karşıtlığa dönüştü. Kadın erkeğin karşıtı artık. İki cins bir arada bir gelecek kurmak derdinde değil. Herhangi ikisi bir araya gelip birinin tükürüğünden diğerinin tırnağından hücre alıp yeni bir insan türetebilecek yeteneği keşfetti. Hasret kalktı, aşk bambaşka bir anlamla el değitiriyor. İnsan artık başka bir şey…
Adem nasıl beşer cinsinin içinde kendisine hukuk verilen ilk insan ise, biz de beşer cinsi içinde Adem’in değer yargılarıyla yaşayan son kuşağız. Aslında çoktan koptu kıyamet… Belki de bizim kuşağımız yeryüzünden tamamen çekildikten sonra kopuverecek.
Hani der ya kadim kitaplar… Öte alemde sorulacak bizden birine.
-Kimsin?
-Adem oğluyum,
-Sen Ademlerden hangisinin oğlusun…
Bizim talihsizliğimiz bu form değişikliğinin öncesini yaşamış olmak belki de.
. . .
Yaşa tanrısal bir saygı gösteren insanlık artık sadece gençliğe hürmet ediyor.
Yaşlı, tüketemeyen… yaşlı, bu reklam alemine çıkma gücü olmayan… yaşlı, ölmeyi bekleyen…
Adem’den beri yaşlı hiç bu kadar değersiz, işlevsiz ve mutsuz olmamıştı.
. . .
Yeryüzünün her yerinde yaşlılar kendisini tanrıya adamış insanların korumasında olmuştur. Şarkın tanrısı çıkar olduğu için yaşlılar dindarların şefkat eline emanet edilmez. Ailelerine emanet edilir. Çünkü şarkın dindarı Tanrının rızası ile ilgilenmez. Onun gerçek tanrısı zavallı varlığına biraz daha konfor sağlayacak olan paradır.
İnsanlık ortaya çıktığı coğrafyada ölüyor.
Yaşlılar karşılığında Tanrı rızası uman müşfik ellere değil, yaptığı işin karşılığında karnını doyuran, bu işi sürdürmek için merhameti bir kenara bırakan gardiyan ellere teslim ediliyor.
Hepimiz yaşlanmadan ölecek şansa sahip olmayacağız. Yaşlanacağız ve yaşlananların hepsi istisnasız bir şekilde ömrünün uzun bir zamanını dijital çağın şımarttığı başka yaşlılarla birlikte bir bakım evinde geçirecek.
Ömrünü harcayıp biriktirdiği serveti o bakımevinde, önüne uygun gördüğü yemeği koyan merhametsiz gardiyanlara bırakacak.
Yazarın Diğer Yazıları
REKLAM ALANI