Hatırlamak insanı daha iyi, daha akıllı, daha temkinli kılar. En önemlisi de geleceğin daha isabetli planlanmasını sağlar.
Tarih disiplini, başına gelenleri hatırda tutmak ve kendisinden sonrakilere aktarmak amacıyla not tutan bir Yahudi tarafından icat edildi derler. Muhtemelen icat ettiği bu disiplinin halkını ölümsüz kılacağını o Yahudi de bilmiyordu.
Mark Twain öyle dermiş. ‘Herkes ölümlüdür, Yahudilerden başka…’ Kinayesi bir kenara, anlamı derin bir söz bu. Onları yok etmek isteyen Mısırlılar yok oldu, Persler de, Asurlular da, Romalılar da, Naziler de…
Yahudiler yaşıyorlar. Çünkü onlar hatırlıyorlar.
. . .
Artık sıradanlanmış, eski deyimle mutad hale gelmiş bir yıldönümü 21 Mayıs… 1864 senesinin 21 mayıs’ı Çerkesya’nın son karargahının düşüşünden bir kaç gün sonra Çar’a ‘Çerkesya sizindir’ müjdesinin verildiği tarih. O günden beri ‘Kbaada’ yaylasının adı ‘Krasnaya Polyana’ Kızıl çayır…. İnsanlıkla alay eder gibi. İnsanlığın şerefine, aklına, ecdadına söver gibi… Krasnaya Polyana…
Gerçekten de o günden bugüne Çerkesya Çerkeslerin değil. Çerkesya gasp edilmiş, geçmişi silinmiş, insanları çıkartılmış, astarı yüzü yer değiştirmiş bir coğrafya. Bugün o coğrafyanın kuytu bir takım yerlerinde oluşturulmuş rezervasyon alanlarında, yani toplama kamplarında 1864 öncesinin şövalyelerinin torunları yaşıyor. Atalarının kimliğine, kültürüne, mücadelesine ilişkin belli belirsiz bilgilere sahip, kim olduğuna o toprakların hakimi olan Ruslar tarafından karar verilmiş, bu karar doğrultusunda birbirine karşı kimlik kavgası veren bir sürü ‘halk!’.
Hayatımın buraya kadarki safhasında yaşayıp gördüklerim sebebiyle ürktüğüm bir laftır şu ‘halk’ lafı… Dünyanın bu tarafında, yani doğusunda birbiriyle kavga etmesi gereken, birbirine karşı hesap içinde olması gereken taraflara verilen ad sanki bu. Batıda ‘özgün nitelikleri olan insan grubu anlamında kullanılıyor da doğuda savaşın, anlaşmazlıkların tarafı anlamında sanki. Halkımız… Halkların özgürlüğü… Halkların kardeşliği… bunlar ‘diğerlerine karşı hesabım var!’ anlamına gelen sözler sanki…
. . .
Çerkesya’da Çerkeslerden geriye bir sürü ‘halk’ kaldı. Birbirini tanımayan, kendisini sadece diğerinden farklılıkları üzerinden tanımlayan bir sürü ‘halk’… Bir de tarihi Çerkes topraklarının dışında yaşayan sayısı belirsiz, beraber yaşadıkları insanlardan kendilerini farklı kılan özellikleri gitgide azalan, bir takım yas törenleri, bir takım taraftarlıklar, dans ve müzikle kendilerini ifade eden, hiç bir konuda kendileriyle aynı kaderi yaşamış soydaşlarıyla aynı düşünmeyen, organize olamayan Çerkes kökenliler var. Sayılarını milyonlarla ifade eden ama reel verilerle binleri zor bulan, aynaya baktığında kocaman bir aslan gören, ama değil kükremek miyavlamaya bile takati kalmamış, hiç bir reel ve bilimsel veriye sahip olmayan bir insan topluluğu onlar. İşin tuhaf tarafı onlara ilişkin az buçuk bilgi sahibi olanlar da onları olduğundan çok daha kalabalık, çok daha güçlü,çok daha organize bir topluluk olarak algılıyor. Hatta arayacak olsak onları kendilerine tehlike olarak gören birilerini bulmak bile mümkün… oysa her gün azalan, her gün hafızası silinen, her gün eriyen bir insan yığını bahsettiğimiz.
Artık 152 yıldır Çerkesya’nın dışında yaşayan bu insanları bir ‘halk’ olarak tanımlamak kolay değil. Onları halk olarak tanımlamanın birinci şartı olan dillerini iletişim dili olarak kullanamıyorlar. Toplu olarak yaşamıyorlar ve belli ortak değerler etrafında birleşemiyorlar. Bu anlamda 1864’e kadar birbirinden bağımsız olarak düşmanlarıyla vuruşan, bir araya gelmeyi reddeden dedeleriyle benzerliklerini korudukları söylenebilir. Sadece müzik ve dans halkalarında bir araya geliyorlar. Sadece kalabalık sofralarda… hepsinin kafası karışık, hepsi kalan son barutu da karavana sıkmaya ahd etmiş insanlardan oluşuyor.
Onlara ‘diaspora’ diyenler var… sosyolojik anlamda bu tanıma da uydukları söylenemez. Ne yurtlarına geri dönmek konusunda refleks gösterebiliyorlar, ne varlıklarını sürdürmeye yönelik gerçekçi projeler içindeler, ne de kopuntu olmanın gerektirdiği bir örgütlenme sergileyebiliyorlar. Atayurtlarıyla ciddi bir bağlantı bile kuramıyorlar. Peygamberi tur dağına çıkmış İsrailoğulları gibi çölün ortasında alkış tutup dans ediyorlar. Ne kadar mahir dans figürleri sergilerlerse o kadar yaşadıklarını düşünüyorlar. Oysa bulundukları çölün ortasında 40 yıllık bir gelecekleri bile yok.
1864’ten 152 yıl sonrasının manzarası işte bundan ibaret…
. . .
Tarih denilen disiplini kurgulayan Yahudi yaşasaydı Nisan 2011’de özgürlük isteyen ‘halk’ tarafından başlatılan eylemler sonucunda yangın yerine dönen Suriye ile 1864 yılında gırtlağına çökmüş demir kıyafetli, modern silahlı, ateşli barutlu Rus’a teslim olan ihtiyar Çerkesya’nın başına gelenler arasındaki benzerlikleri kaydederdi.
Ey doğu ! sen işte bunu beceremediğin için ölümlüsün. Tarafı olduğun ve olacağın her savaşın sonunda seni hezimet bekliyor.
Suriye’deki ateşin dünyanın dört bir yanına savurduğu insancıkların başına gelenler 21 mayıs 1864 sonrasında yurdundan çıkartılıp denize sürülen, yok oluşa mahkum edilen Çerkeslerin başına gelenlerle çok büyük benzerlikler taşıyor. Tarih bu iki halk için neden bu kadar benzerlik arz ediyor. Tarih bu iki halk için neden bu kadar benzerlik… tarih bu iki halk için neden… tarih bu iki halk… tarih…
Her Çerkes çocuğu halkının yurdundan zorla çıkartıldığına ilişkin dramı öğrenerek başlar hayata ve sakatlanır. Yaşamayan bilmez. Kızım ilkokul dördüncü sınıftaydı bunu bir dergiden öğrendiğinde. Yanıma geldi elinde dergiyle. ’Biz yenilmişiz, bizi yurdumuzdan çıkarmışlar, bizi balıklar yemiş…’ diye ağlayarak…
Bu acı hatıranın bir yalan olmadığını biliyordum ama Suriyelilerin yaşadıklarına şahit oluncaya dek bize aktarılanların az da olsa abartı taşıdığı düşüncesi beni teselli ediyordu. Ne zaman ki Bodrum ile Kos arasındaki 23 kilometrelik deniz yolculuğunun binlerce cana mal olduğuna şahit olduk, o zaman anladım Tuapse ile Samsun arasındaki bin kilometrelik deniz yolculuğunda yarım milyon insanın ölmüş olduğu bilgisinin abartı değil eksiklik taşıdığını. Yüz elli yıl öncesinin teknolojik imkanlarıyla bu bin kilometrelik yolculukta ölmek değil, yaşamayı becermek mucize olmalıydı.
Bugün, içinde yaşadığımız şu anda Suriye’den dünyanın dört bir yanına dağılmış insanların çocuklarını sadece yaşasınlar diye kapı önlerine bıraktıklarını, karın tokluğuna çalıştıklarını, sokaklarda yattıklarını, camii şadırvanlarında çocuklarını yıkadıklarını,ırzlarının namuslarının pazara düştüğünü görünce yüz elli iki yıl önce yaşanılanları daha gerçekçi bir şekilde anlayabilyor insan.
Yaklaşık üç milyon kişinin sığındığı Türkiye’de bu insanların ciddi bir tepkiyle karşılaşmıyor olmaları, dışlanmıyor olmaları, yardım görüyor olmaları yine bundan yüz elli yıl önce bu topraklara sürülen Çerkeslerin burada nasıl bir civanmertlikle karşılanıp yurt sahibi edildiklerini anlamamızı kolaylaştırıyor.
31 mart 2016 Perşembe günü tarihli bir haber tüm bu olup biteni şok edici bir şekilde özetliyordu. Amir adlı 36 yaşındaki Suriyeli bir öğretmenin rögar kapağını açıp içine atlayarak intihar ettiği haberiydi bu. Amir öldü ve haber oldu. Otuzlu yaşlarında evlat ve eş sahibi bir adamı rögara atlamak suretiyle intihara iten sebep ise görülemedi.
Herşeyi apaçık ortaya döken pornografik bir realiteydi bu. Yüz elli yıl önce evlatlarını suya atan babaların, kendisini öldüren kadınların, çocuklarını boğan anaların, dahası yüz yıl boyunca balık yemeyen bir halkın psikolojisini ortaya koyan bir realite.
. . .
Artık tepki veremediğinden şikayet ettiğimiz Çerkes toplumu bu savaşın başladığı ilk günden itibaren aslında filme alınması gereken, en azından belgesi yapılması gereken, romanı, öyküsü yazılması gereken bir diğergamlık örneği göstererek son derece başarılı bir yardım çalışması gerçekleştirdi. Belki yüz elli yıllık sürgün tarihinin en başarılı, en evrensel anlam taşıyan gayretiydi bu. Bir kaç fert bir araya gelip Suriye’yi terk etmek zorunda kalmış mülteciler arasındaki Çerkes kökenlilerin Anadolu’daki Çerkes köylerine yerleştirilmesi, onlar için ayrı bir kamp kurup bakım ve iaşelerinin sağlanması, iş bulunması, hastalarının tedavi edilmesi işini üstlenmiş ve başarıyla yürütmüştü. Her biri başlı başına sinema şaheseri olabilecek öyküleri vardı gelenlerin. Biga’da bir Çerkes köyünde misafir edilen mültecilerle konuşurken onlardan birinin babaannemin dayılarının çocukları olduğunu öğrenmiştim. Varlıklarını otuz yıl önce ninemden duyduğum bu insanlarla en azından yüz yıl sonra buluşup sarılmıştık.
. . .
Türk sineması damacanalı senaryoları filme aladursun tarih denilen disiplini icat eden Yahudi’nin bile aklına geçmeyecek senaryolar yaşanmaya devam ediyor bu topraklarda. Çerkes halkının yaşadığı trajedi hala filme alınmadı. Doğru dürüt romanının yazıldığı da söylenemez. Yazılıp çizilenler topluma mal edilemedi.
Onların trajedisi ne Türk halkına, ne de insanlık vicdanına anlatılmış değil. Bu eksikliğin birinci sorumlusu şüphesiz yine Çerkesler. Davalarını insanlığa aktarmaktan özenle kaçındılar. Adeta sakındılar, kıskandılar. Bunu becerebilecek insan unsuru olmadığı gibi gerekli araç gerece ulaşmaları da mümkün değildi. Ulus olamamanın neticesi bazı nakısiyetler taşıyorlardı. Kendi kendilerine anlattılar, kendi kendilerine ağladılar. Soran olursa adeta ‘sana ne !’ dediler. Türk kamuoyu onların davasını sırtlanamadı. Yüz elli yıl önce Şinasi’nin ‘Tasvir-i efkar’da yazıp çizdiklerinin üzerine hiç bir şey konamadı. Yüz elli yıl önce kapatılan defterin üzerinde biriken toz tabakası kaldırılamadı. Çerkesler milli davalarını dünya kamuoyuna aktarmadıkça muvaffak olamayacakları gerçeğini göremediler. Dünya da onları göremedi.
Oysa yakılıp yıkılan Suriye’deki yangının muhtelif cephelerinde savaşan binlerce Kafkasyalı var hala. Dünya onları da göremeye dursun o savaşa benzin dökenler Kafkasya’nın bitip tükenmez bir insan rezervi olduğunu ve dünyada hiç bir halkın onlar kadar kolay ölüme gidemeyeceğini fark etmiş olmalı. Dün Selahaddin’in ordusunda Haçlılarla, Osmanlı ordusunda Sırplarla, Memluk ordusunda Osmanlılarla, Rus ordusunda Japonlarla, Alman ordusunda Ruslarla savaşan Çerkesler bugün Ahrar-üş Şam’da, Özgürlükçü Suriye Ordusunda, Nusra’da, Muhaciran’da, Türkmen cephesinde, Esat güçleri arasında, hatta PYD’de, hatta Işid’de kah lejyon, kah gönüllü olarak bulunuyorlar.
Bir halkın pusulası kırılmayagörsün.
Evvelce olsa, bir ay önce ölüm haberini aldığım Ahrar-üş Şam komutanlarından Karden Yismeyl’in öyküsünü yazardım. Kendisine ölümün güzelliğinden başka bir şeyin öğretilmediği adamdan. Milenyumun William Wallace’ından… inanmış, hiç bir zaaf göstermeden inancı uğruna yaşamış adamdan… Kendimi bildim bileli kalemim halkımın yaşadıklarını dünyaya aktarma kaygısıyla işledi durdu. Yazarlar halklarının soluğudur. Halklar yazarlarının tıkırdayıp duran kalbidir. Günün birinde halkımın 21 Mayıs’ta ölmüş olduğu gerçeğine teslim oldum. Artık hatırlamak yoruyor beni. Artık yazamıyorum.
. . .
İşte bunlar oldu 21 mayıstan sonra…
Üzerinde yaşadığımız coğrafya kaderi birbiriyle ilintili insanların yaşam alanı. Halkların demiyorum ben… insanların… gözümüzün önünde başka başka 21 mayıslar gerçekleşirken her 21 mayısta ağlamaktan başka şeyler yapmalı. Tarih denilen disiplini başlatan Yahudi’yi unutmamak lazım… herkes öldükten sonra onları yaşıyor kılan şeyin yazmak, tarihe not düşmek olduğunu unutmamalı.
Yoksa şark daha çok 21 mayıs törenleri düzenleyip ağlar. Yoksa bundan yüz elli yıl sonra İskandinavya’da bir küçük kız çocuğu babasını ağlayarak uyandırıp halkının nasıl yok edildiğini sorar.